Nazım’ın dediği gibi “Seni düşünmek, güzel şey. Ümitli şey.” Seni beklemek, umutlu şey. Doğanın en muhteşem iklimi gibi…Üstüne yatsan da, koynunda çerçeve yapıp saklasan da.
Denizin üzerine, yıldız tanelerinden tokalar düşüveriyor. Gecesindeki sihir, gündüzün nemli kumuna gizlenmiş, bir yengeç kalıntısından geriye kalmış somon rengi düşleri çağrıştırıyor. Kavun rengi akşamların büyüsü ruhlarımızı tırmalarken gizlice sarıyor sersemliği ve sırları.
Kim bilir, balıkçı barınaklarında bugün hangi istihkak nasip olacak, henüz gözünün çapağını silememiş olana. Bilse zaten erkenden fırlamaz mıydı, beklenti ve çıkar ilişkilerinde türlü oyunların rol cambazlığından çok uzakta, kuytu bir koyun dingin yalnızlığında bekâretini hunharca sunuyor. Bıkmadan ve usanmadan, her gün yeniden yeniden…
Kıyı ile çılgınca öpüşmeye başlıyor, koyun, koynundan fışkıran dalgaların insana dolanmamış sadeliği. Onu, öylece izlemek olağanüstü. Kirlenmemiş, henüz insansı türlerin nasırlı ayakları yahut günahlarının izleri basılı kalmamış, kumların damarlarına. Gerçi kalsa da kum ve su, siler atar.
Kumdan kaleler yapmıyor, bu koyda çocuklar. Çocuklar zaten köpük köpük. Bach’ın izinden haykırıyor ve Eleni Karaindru’nun zerafeti ile büyüyor, giderek orkestra.
Akşamın ne getireceğini, ne sabahın beşinde yola düşen balıkçı biliyor. Ne de gün boyu onu sarıp, kollayacak kazağının yakası. Kazağın yakası, çenesini biraz geçmiş ve emekçi biliyor nerede olduğunu ve de ne yapmak istediğini. Bilmeyenlerden birisi, denize tüm ruhu ile salınan balıkçıyı hep aynı iştahla bekleyen ve simsarlığının payını, elleri henüz terlemezken kestiği kupona basan parmakları olan satıcı.
Balıkçı haline biraz daha yol var. Koyun, ince kumlarını bir irmik helvasının ocaktan yeni çıkmış buğusu üzerinden geçer gibi güneşin sesi ile geçiyoruz. Ayaklarımızın tabanlarında hafif bir ılıklık hissi benliğimizi sarıyor. Ses hem uzak hem yakın. Koyun sağ tarafında önce kozalaklarla dans eden eski fabrikanın kalıntıları, bir zamanlar burada birçok emekçinin terini sallıyor rüzgârla ve o terli bayraktan çıkan orak ve çekiç misalsiz, belediyenin sonradan biçimsiz - biçimlendirilmiş taşlarına çarpıyor. Ayaklarımızda kıyıdan aldığımız ödünç, yarı kum taneleri, bizi kasabanın güler yüzlü insanlarına götürüveriyor. Aniden yükseliyor; ince, kırılgan ama yine de ayakta durmak zorunda olan bir kadının yorgun sesi: “Organikçi Ablanız” geldi, diyerek varlığını ispatlıyor. Tarlanın sürüldüğü günleri bilmeyenlere, dünyanın atom çekirdeğini anlatmak gibi olmalı, organik, olanın ne olduğunu. Ya da “turfanda” olanın aslında ne olması gerektiğini.
Dağın yüzünü görmemiş, tepeden otlar baş kaldırsa yüzünü gördüklerinde korkup kaçacak kadar devasa çilekler, peşin peşin etrafta boy gösterirken, organikçi abla, en minimum ve taze ürünleri sessizce haykırmakta. Dinginliğin izini süren adam marketten yeni çıkmış, elindeki bira şişesi parmaklarının izini, soğukluğu ile çoktan kapmış. Ve adamın yüzünde var ile yok arasında ki tebessüm, yanındaki kadının derin gamzesinden sarkmakta.
Begonvil falan aranmıyor burada çünkü Akdeniz değil. Çok daha ötesi var bu koyda ve koydan yükseliveren, kasaba sahnesinin ihtişamında.
Hangi yöne dönseniz, rüzgârı her an vals kaldırırken; aklı olan buradan gidebilir mi? Hadi gitti diyelim, bedeli nedir?
Birkaç fatura karşılığı olan ve gerçek anlamda satın alınamamış mutlulukların mastürbasyonunda sürüklene giderken, bunu “yaşamak” sanma ahmaklığından öte daha başka ne olabilir ki?
Yüzümüze rüzgâr vurmakta ve her bir sözü, ayrı bir göz kırpış hikâyesi. Ve biz bayılıyoruz, el ele kıyıdan geçerken, antropolojik saydamlığın insan yanımızı daha da tımarlayan saadetine. Hayran olunmamak mümkün mü, balık haline doğru sessizce tezgâhındaki balığı satmaya çalışan esnafın, tabelasında ışıldayan Lipsos’n “Ben denizin komondosuyum!” demesine. Ürkerek fısıldıyor satıcı, ben ayıklayamam çünkü baş kısmı zehirli, bu balığın yani tehlikeli. Ne tehlikesiz ki, her an aldığın nefesi içine çekip çekemeyeceğin bile bu kadar şüpheliyken. Erkeğin yapamadığını, yanında duruveren uzunca bir su hortumu ile tüm balıkları, sabahtan akşama yıkayarak canlı tutan kırmızı saçlı kadın yapıyor. Yarıyor bir hışımla karnını balıktan komondonun ve birde ne görelim, içinde adeta plasenta içinden yuttuğu karides, yavrusu gibi sunmakta kendisini.
Her bir anın, ayrı bir fotoğraf karesi bütünlüğünde seyreltilmiş olan öz ve nadide hayatların izinde elimizde balıklarımız ile ilerliyoruz.
Uykudan uyanırken, sarhoş eden rüzgârın nefesinin buğusunda, neyi bulacağımızı bilmemenin zenginliği ile soframızı kuruyoruz.
Bir insana başka ne mutluluk verebilir ki, sevdikleri ve yine sevdikleri… Doğanın ziyafeti ile.
EMEL SEÇEN
Yorum Yazın