İsveçli emekli Büyükelçi Ingmar Karlsson tanınmış bir diplomat. 2001-2008 yılları arasında İsveç’in İstanbul Başkonsolosu olduğu dönemde kendisiyle tanışma fırsatını bulmuştum. Karlsson İsveç’in NATO üyeliğinin Türkiye tarafından onaylandığı Vilnius Zirvesi öncesi bana bir yazı gönderdi. Karlsson yazıyı 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminden hemen sonra yazmış; ancak bugünün koşullarında da geçerli. Büyükelçi Karlsson AB’yi Türkiye’yle tam üyelik müzakereleri sırasında oyaladığını, başka hiç bir aday ülkeye yapılmadık biçimde Ankara’ya ek koşullar getirildiğini, bunun da kabul edilemez olduğunu belirtiyor.
Yazıyı birlikte okuyalım:
“Türkiye, 1987’de tam üyelik için baş vurduğunda o zamanki adı Avrupa Topluluğu (AT) olan AB tarafından Ankara’nın gerek siyasi gerekse de ekonomik nedenlerle bu üyeliğe hazır olmadığı karşılığını almıştı. 1999’da ise koşullar değişti. Bu sefer AB, diğer üye ülkelere uygulanan kriterleri yerine getirdiği takdirde Türkiye’nin AB ‘ye tam üye olabileceği kararını aldı.
“O dönemde ülke üç partili zayıf bir koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyordu; derin bir ekonomik kriz içindeydi. Pek çok AB başkentinde Türkiye’nin üye adaylığı baş vurusu kabul görmüştü. Çünkü bu ülkeler Ankara’nın AB kriterlerine uyabilecek kapasitede olmadığını düşünüyorlardı. (Yani anlayacağınız, Türkiye nasılsa bizim kriterleri karşılayamaz. Biz de onu istediğimiz gibi oyalarız, mantığı.)
“2002 seçimlerinde koalisyon hükümeti düştü. Seçim tam anlamıyla bir deprem etkisi yaratmıştı. İktidardaki partiler baraj altında kalmış, yeni kurulmuş olan AKP ise yüzde 34 gibi bir oy oranıyla hükümet olmuştu. AKP seçimlere AB üyeliği yanlısı bir propaganda kampanyasıyla girmişti. Erdoğan, Mayıs 2003’de yaptığı bir konuşmada, “Türkiye’yi AB’ye tam üye yapmak hem ülkem hem de halkım adına boynumun borcudur,” demişti.
“Böylece 2005’te tam üyelik müzakereleri başlamış, Türkiye’nin önüne Kopenhag Kriterleri modernizasyon ve demokratikleşmenin şartları olarak konmuştu. Erdoğan’a göre ise bunlar aynı zamanda Ankara Kriterleri’ydi.
“Türkiye’nın kurumsal ve hukuksal sistemlerinde kısa sürede reformlar uygulanmıştı. İşkence, namus cineyetleri, yolsuzluklar ve ifade özgürlüğüne getirilen yaptırımlar gibi tam 350 maddede değişiklik yapılmıştı.
“Derken 2004’te BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Kıbrıs Çözüm Planı, muhalefetin bütün karşı çıkmasına rağmen AKP Hükumeti tarafından kabul edilmiştı. Erdoğan Ağustos 2005’te gittiği Diyarbakır’da Kürt ve PKK meselelelerinin iki farklı sorun olduğunu, birbirinden ayrı ele alınması gerektiğini söylemişti.
“Tam o günlerde ABD’nin ‘Sert Gücü’ Irak’ta hezimete uğrayarak ülkenin alt üst olmasına yol açarken AB’nin ‘Yumuşak Gücü’ Türkiye’ye reformlar getirmişti. Ne yazık ki AB vizyonları daha sonra üye ülkelerin ulusal ve dar çıkarları yüzünden engellerle karşılaşacaktı. Ekim 2005’te tam üyelik müzakereleri açılınca Türkiye’ye başka ülkelere uygulanmayan kriterler dayatılmaya başlandı. Mesela, yaygın görüş, Türkiye’nin sindirilmesi çok zor büyük bir ülke olduğu, sadece küçük bir bölgesinin Avrupalı sayılabileceği, Hıristiyan kültüründen nasiplenmediğiydi. Bunların üstüne Türkiye’nin üye olmasıyla AB’nin dünyanın en sorunlu bölgelerinden birisiyle doğrudan sınırdaş olacağı sesleri de yükselmeye başlamıştı. Bu görüşü savunanların tezi Avrupa’nın her ne olursa olsun Ortadoğu’dan ve Müslüman dünyanın sorunlarından uzak durması gerektiğiydi. “
Kıbrıs Rum Kesimi’nin Annan Planı’na, referandumlarda “hayır” oyu vermesine rağmen AB tam üyeliğine kabul edildiğine işaret edilen yazı şöyle devam ediyor:
“Kıbrıs sorunu şimdi Türkiye ve AB arasında ikili bir sorun haline geldi. Lefkoşa Hükümeti müzakereleri blok edince Paris, Berlin ve Avrupa’nın diğer büyük başkentlerinde hakim olmaya başlayan yaygın beklenti Türkler’in Avrupa Projesi’nden vaz geçip bu projeden çekilecekleri yolundaydı.
“Bunlar olurken Türkiye’de muhalefet Erdoğan’ı ulusal çıkarları satmakla suçlamaya başladı. Şimdi aradan bunca yıl geçtikten sonra Türkiye’nin AB’yle ilişkileri derin bir kriz içinde. Avrupa tarafında, Türkiye’nin yangın yerine dönmüş bir Ortadoğu’yla AB arasında duvar oluşturacağı beklentisi de boşa çıktı. Erdoğan şimdi AB’yi avucunun içine almış, onunla oynuyor.
“1966’daki bir röportajında Erdoğan demokrasinin bir tramvaya benzediğini, inme vakti geldiğinde istasyondan inilebileceğini söylemişti. Bir konuda tarafların görüşleri ve hedefleri birbirine taban tabana zıtsa sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Evet, Erdoğan başlangıçta AB’yi kendi iktidar hedefleri için kullanmaya niyetliydi. Evet, o dönem Türkiye’de askeri vesayete karşı sivil kontrol sağlandı. Ama keşke Türkiye’ye öbür aday ülkelerle eşit muamele yapılsa ve müzakere süreci sekteye uğramasaydı daha çok yol alınabilirdi.
“Şimdi Erdoğan Putinleşme siyasetinde başarı kazanırsa önümüze şu soru geliyor: Türkiye’nin kaybetmesinden kim sorumlu? AB mi Erdoğan mı?”
Bana göre AB üyesi İsveç’in tanınmış bir büyükelçisinin bu özeleştirisi dikkate alınmaya değer. Ingmar Karlsson bu yazısıyla bir yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı eleştirmekten geri durmuyor ama hem AB’nin ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor hem de Brüksel bürokrasisinin ne kadar sığ hesaplarla işleri yürüttüğünü anlatmaya çalışıyor. İngmar Karlsson’un sorusuna ben dilimin döndüğü kadar cevap vereyim: Sayın Büyükelçi Karlsson, bu oyunda hem AB hem Türkiye kaybetti. Yani lose lose. Erdoğan’ın kaybedip etmediğine gelince... Kendisi işleri kendi inancı doğrultusunda yürütmeyi sürdürdürüyor. Bir referandum sayesinde yaptırdığı rejim değişikliğiyle Türkiye’nin tek adamı oldu. Kuvvetler ayrılığı, hak, hukuk yerlerde sürünüyor. İç ve dış siyaset kendisinin iki dudağı arasından çıkacak sözlere bağlı. Gördüğünüz gibi kısa vadede ortaya çıkan bu durumdan en kazançlı o çıktı gibi görünüyor.
Yorum Yazın