Değişiklik apansız olmadı. Bütün her şey yavaş yavaş, kendini göstere göstere gelişti ve bu, olup bitenleri fark ettiklerinden beri dehşet içinde izlemekte olan insanları, her geçen zaman diliminde biraz daha çıldırttı.
Oysa başlangıçta her şey sıradandı. Galaktik İmparatorluğun en büyük ve kalabalık gezegenlerinden biri olan Lagash, sahip olduğu altı güneşin ışıkları altında sıcacık ve pırıl pırıl dev bir top gibi, ucu bucağı belirsiz boşlukta öylece uzanıyordu. Lagash’ın Onos, Dovim, Trey, Patru, Tano ve Sitha adlı güneşleri, büyüklükleri, gezegene uzaklıkları ve kat ettikleri yörüngeler nedeniyle birbirinden farklı renkte olan ışıklarını gezegene gönderiyor, onu yüzlerce yıldır yapmakta oldukları gibi, ısıtıp aydınlatıyorlardı.
Güneşler kusursuz birer makine gibiydiler. Işıkları ve sıcaklıkları asla bitmiyor ve asla değişmiyordu. O nedenle gezegende yaşayan milyarlarca kişi “karanlık” kavramını bilmiyordu. Gezegende ve atmosferinde asla karanlık olmadığı için gökyüzünde altı güneşten başka hiçbir gök cismi de görülmüyordu. Lagashlılar ortalama üç yüz yıl kadar olan uzun sayılabilecek yaşamlarında hiç yıldız görmemişlerdi. Ay görmemişlerdi. Göktaşı görmemişlerdi. Başlarını gökyüzüne çevirdiklerinde tüm gördükleri sadece kendi güneşleriydi. En yakın olanların kırmızıya çalan bir portakal rengi, biraz daha uzakta olanların limoniden samaniye kadar uzanan bir sarı ve en uzaktakilerin de soluk yeşilden iyice uçuk bir maviye doğru değişen renkleri olan bu güneşlerden başka hiçbir şey görmemişlerdi. Herhangi bir kitapta ‘yıldız’, ‘ay’, ‘akşam’, ‘gece’ ve ‘karanlık’ gibi kelimeler de okumamışlardı. Bunları anlatan bir kimse görmemişlerdi. Bu kelimeleri duymamışlardı ve sonuç olarak onların zihinlerinde, bunlar yoktu.
Kısacası Lagash’ta akşam yoktu. Gece yoktu. Burada asla ‘akşam vakti’ olmazdı. Burada asla ‘akşam karanlığı’ olmazdı. Burada asla gece olmazdı. Burada akşam çökmezdi, gece bastırmazdı. Gecenin zifiri karanlığında milyarlarca yıldız, simsiyah bir gökte birer ışık topu gibi patlamazdı. Yıldız kümeleri, alacalı yıldız tozlarını savurarak gökyüzünde dans ederken görülemezdi. Yıldızlar, portakal kırmızısı ışıklar saçarak kayıp düşerlerken izlenemezdi. Karanlık olmazdı. Siyah renk bilinmezdi. Yıldızlar, aylar ve öteki tüm gök cisimleri hayal bile edilemezdi. Sadece altı güneş ve onların altın sarısı, ateş kırmızısı, elektron yeşili renkleri bilinirdi.
Değişiklik apansız olmadı. Lagash’ın ‘yakın’ sayılabilecek bir güneşi olan Trey’in parlak turuncu renkli ışıklarında hafif, çok hafif, belli belirsiz bir koyulaşma oluştu ilkin. Doğal olarak insanlar bunun hiç farkına varmadılar. Koyulaşma her saniye, her dakika artmaya başladı. Yine kimse olan biteni görmedi, neler olduğunu fark edemedi.
Saatler ilerledi. Lagash’ın altı güneşinden en büyüğü olan Tano da ilerledi. Diğer beş güneş arka arkaya bir ip gibi dizildiler. Saatler ilerledi. Tano da ilerledi. Sonunda akıl almaz büyüklükteki kütlesi, gezegen ile ona belirli bir açıdan sıralanmış olan öteki güneşlerin arasına girmeye başladı.
Güneşler yavaş yavaş birbirlerinin ışıklarını daha çok kapatır bir konuma gelmeye başladılar. Ortalık loşlaştı ve gezegende yaşayanlar işte ancak o anda fark ettiler durumu. Şaşkınlıkla gökyüzüne baktılar. Her zaman gördükleri güneşlerin, kocaman bir güneşin gölgesinde erimekte olduğunu gördüler. Bu kocaman güneşin gölgesinin bir bölümünün kendi gezegenlerine düştüğünü ve ortalığın artık daha az ışıklı olduğunu da gördüler ve dehşete kapıldılar.
Kaçıştılar. Ortalık kararmaya devam etti. İnsanların akılları başlarından gitti. Işıklar yok oluyor ve ismini bilmedikleri bir koyuluk hızla yayılıyordu. Akın akın İmparatorluk Bölge Tapınma Evleri’ne koştular. Kapıların kilitli olduğunu, İmparatorluk Ruh Kurtarıcıları’nın yerlerinde olmadıklarını gördüler ve çığlık çığlığa bağırdılar. Koyuluk yayılmaya, ışıklar ölmeye devam etti. Sonra ‘gece’ oldu. Onlar şimdi elle tutulacak kadar kalın bir hale gelmiş olan bu siyahlığa, bu karanlığa, bu renksizliğe ne ad vereceklerini bilemediler.
Başlarını korkuyla gökyüzüne kaldırdılar ve o simsiyah boşlukta parlayan, titreyen, kayan, bilinmeyen bir yerlere doğru hızla düşen, süt rengi dumanlar yayarak kocaman topluluklar halinde avarece dolaşan milyarlarca ışıklı nokta gördüler. Böylece, yaşamlarında ilk kez gökyüzünde kendi güneşlerinden başka şeyler de görmüş oldular. Bunlara ay ve yıldız dendiğini bilemeden, öylece durup onlara baktılar.
Sonunda çıldırdılar. Karanlık ve bu değişik ışıklı gökyüzü onları çıldırttı. Çığlıklar atarak birbirlerine saldırdılar. Birbirlerini öldürüp parçaladılar. Çoğu yüksek binalardan atlayarak kendi canına kıydı.
Henüz çıldırmamış olanlar ise karanlığı aydınlatabilmek için ellerine gelen her şeyi yakmaya başladı. Bu yangınlar sayesinde aydınlanmaya çalıştılar. Enerji tesislerine, nükleer yakıt depolarına girdiler. Onları ateşe verdiler. Gezegenin her yanı patlamalarla sarsıldı. Her şey yandı. Bir karanlık gecede, koca bir uygarlık yok oldu gitti…
Altı güneşli ve ancak bin yılda bir kez ‘gece’ olan Lagash gezegenini ve daha önce hiç görmedikleri karanlığı, o karanlıkta gökyüzünde beliren yıldızlarla karşılaşan Lagashlıların çıldırışını anlattığı Nightfall adlı bu öykü, aslında bir bilim adamı, bir kimyacı olan Isaac Asimov’u dünyanın en ünlü bilimkurgu edebiyatçısı yaptı.
Robotlar, Vakıf ve İmparatorluk serilerinde yazdığı kitaplarla bilimkurgunun en büyük ustası seçilen Isaac Asimov, 2 Ocak 1920’de Rusya’da doğdu. Asıl adı Isaak Judah Ozimov‘du ve Yahudi bir aileye mensuptu. 1922’de Asimov ailesi ABD’ye göç etti.
Asimov daha ilkokula giderken, ‘pulp’ adı verilen ucuz dergilerdeki bilimkurgu yazılarını ve çizgi romanları okumaya başladı. On bir yaşındayken de kendi bilimkurgu öykülerini yazmaya koyuldu. On dokuz yaşına geldiğinde, oldukça tanınmış bir bilimkurgu öykücüsü olmuştu artık.
Asimov, düzenli olarak bilimkurgu yazmaya başladığında önce robotları ele aldı. Liar adlı öyküsünün ardından ünlü ‘Ben, Robot’ romanı yayımlandı. Asimov bu seride sonraları çok tanınmış bir hale gelecek olan ‘Robot Yasaları’nı da ilk kez yazdı. Bir robotun asla bir insana zarar veremeyeceği, bir insanın vereceği emirleri yerine getireceği ve kendi varlığını da koruyacağı şeklinde özetlenebilen bu ‘yasalar’, başka birçok bilimkurgu yapıtında da kullanıldı.
Robot serisinden sonra bu kez İmparatorluk serisini yazmaya başlayan Asimov’un bu uğraşı tam kırk beş yıl sürdü ve ortaya görkemli bir ‘insanlık, din ve uzay destanı’ çıktı. Bu iki seri zaman içinde kesişti ve ünlü Vakıf serisi de bu büyük destana katıldı. ‘Galaktik İmparatorluk’u kurtarmak amacıyla kurulan bir ‘Vakıf’ın anlatıldığı bu destanın kahramanı olan Hari Seldon ve onun kullandığı ‘psikotarih’ yöntemleri, bilim dünyasında ciddi tartışmalara yol açtı.
Tartışmaların yoğunlaşması ve bu dizide anlatılan Galaktik İmparatorluğun aslında Amerika Birleşik Devletleri olduğunun öne sürülmesi üzerine, Asimov bir açıklama yaptı. Vakıf serisinin, tarihçi Edward Gibbon’ın “Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi” adlı dev eserinin temel alınarak yazıldığını bildirdi. Asimov’un bu serilerde ilk kez kullandığı ‘psişik sonda’, ‘nöron kamçısı’, ‘hiper uzay’, ‘uzayda sıçramak’ gibi kavramlar, ilerideki yıllarda gerçek oldu.
1977 yılında bir kalp krizi geçiren Asimov’un sağlığı 1983 yılına kadar iyi gitti. O yıl bu kez ‘üçlü baypas’ adı verilen ağır bir ameliyata girdi. Bir süre sonra sağlığı iyice bozuldu. 6 Nisan 1992’de öldü.
“En beğendiğim öyküm” dediği ‘Son Soru’da, insanlar tüm dünyayı yöneten kozmik bir bilgisayar olan AC’ye, ”milyarlarca yıldır ölen insanlar nereye gitti” diye soruyorlar ve tüm evreni yönetir bir hale gelmiş bulunan AC de “fiziksel bedenleri için inşa edilen yeni bir dünyaya” diye cevap veriyordu.
En azından milyonlarca hayranı da Asimov’un o ‘yeni dünya’ya gittiğine inanıyor…
Yorum Yazın