Faruk Bildirici

Faruk Bildirici


“Anız yangını” değil gazetecilik zaafı

“Anız yangını” değil gazetecilik zaafı

NTV’nin, Diyarbakır ve Mardin arasındaki kırsal bölgede 15 insanın ölümüne yol açan yangın haberi kendini yalanlıyor, cümleler birbiriyle çelişiyordu.

Haberin girişinde “…yangınla ilgili bilirkişi raporu hazırlandı. Raporda yangının elektrik direğinden kaynaklandığı belirtildi” deniliyordu ama haber şöyle devam ediyordu:

“Diyarbakır ve Mardin’de faciaya dönüşen anız yangınlarıyla ilgili incelemeler sürüyor. Yangının çıkış sebebi belirlendi. Elektrik Harita ve Ziraat yüksek mühendislerinden oluşan üç kişilik bilirkişi heyeti yangınla ilgili raporu hazırladı.

Raporda sigortalı ayırıcı direğinde sigorta yerine iletken tel sarılmış olduğunun tespit edildiği belirtildi. İletken telinin koparak yerdeki otları tutuşturması sonucu yangının başladığı ifade edildi. Ancak başsavcılık, raporu yetersiz buldu. Daha detaylı ara rapor hazırlanmasını istedi.”

Bu rapora güveniyor ve izleyiciye aktarıyorsanız hâlâ “anız yangını” demenin ne alemi var? Hem “yangının elektrik direklerinden kaynaklandığı” bilgisini verip, hem de “anız yangını” olarak adlandıramazsınız.

Kaldı ki, NTV’nin haberi yayımlandığında 20 Haziran’daki yangının üzerinden dört gün geçmişti. İlk rapordan sonra tanık ifadeleri, itfaiye raporu, hatta elektrik direğinden düşen kıvılcımların görüntüsü de ortaya çıkmıştı. DEDAŞ da uydu görüntüsüyle kendini savunuyordu.

Böyle bir durumda gazeteci olarak yapılması gereken, dikkatle araştırmak, varsa DEDAŞ’ın sorumluluğunu ya da müdahaledeki gecikmeyi ortaya koymaktı. Kesin tespit yapılamıyorsa da en azından iki tarafın açıklama ve suçlamalarına yer vermekti.

Zaten muhalif medya, “anız yangını” olmayabileceğine dair verileri ikinci günden itibaren yayımlamıştı. Buna rağmen başta Anadolu Ajansı olmak üzere yaygın medyanın büyük bölümü, aradan günler geçtikten sonra bile -NTV gibi- “anız yangını” olarak tanımlamayı sürdürdü.

Nedeni de İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Diyarbakır Valiliği ve DEDAŞ’ın, yangının “anız yakılmasından kaynaklandığı” açıklamalarına ilk andan itibaren itibar etmeleriydi. Zaten birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Anız yangını” diyerek hükmü ilk ağızdan ilan etti. Sadece yetkililerin açıklamalarıyla haber yapmak, gazetecilik refleksinin ölümüdür.

Özür dilemek zor mu?

Oyuncu Beren Saat’i, denize girerken uzaktan gizlice görüntüleyen muhabirin “Ben bu Beren’i yerim” demesi ve bunun televizyonda yayımlanması gazetecilik adına utanç vericiydi.

Ne yazık ki, Ekol TV’nin, “aynı görüntüyü çeken bir başka kanalın muhabiri tarafından kullanılan cümleler dikkatten kaçmış, inceleme başlatıldı” açıklamasında özür dilenmedi. Hatta “Beren Saat fiziğiyle büyüledi Kenan Doğulu ise karizmayı çizdirdi” haberini de silmediler.

Ekol TV muhabiri Uğur Kotan ise “İki gündür bunca haksız hakarete maruz kalmama rağmen ölü taklidi yapan ilgili kurumu ve muhabirini de şaşkınlıkla izliyorum” diye savundu kendisini.

Kotan’ın o muhabirin adını anmaması anlaşılabilir ama o magazin muhabirinin özür dilemesi, çalıştığı TV kanalının da onu savunmaması, bu yakışıksız tutuma karşı tavır alması gerekirdi.

Bu vakada tek sorun muhabirin o yakışıksız sözleri söylemesi de değil. Magazin muhabirleri doğal görüyor olabilir ama sahilden uzakta, kimselerin göremeyeceğini varsayarak, tekneden denize giren Beren Saat’in görüntüsünün çekilmesi, özel yaşamının gizliliğinin ihlalidir.

Ünlü bir sanatçı da olsa Beren Saat’in, kamusal alanda -örneğin bir plajda- değil, gözlerden uzak olduğunu sandığı bir yerde denize girerken tele objektiflerle görüntüsünün alınmasını basın özgürlüğüyle savunamayız.

Bu olayın bir üzücü tarafı da kadın bedeninin teşhiri ve Hadise’nin söylediği gibi “kadına taciz”in de söz konusu olduğu o görüntülerin onlarca haber sitesinde hâlâ yayında olması…

Hani “Türkiyeli” denilmiyordu?    

Türkiye gazetesi, 26 Haziran’da “4 bin katil Türkiyeli” manşetiyle çıktı. Hemen altında da “Türkiye pasaportu taşıyan dört bin siyonist, Gazze’deki soykırım suçuna ortak oldu. Bunlardan 400’ü doğrudan Türkiye’den gitti” deniyordu.

Türkiye’den bir gün önce de Yeni Şafak’ta “Türkiye Yahudileri neden sessiz: Büyük çoğunluğu İsrail’i haklı buluyor” başlıklı haber yayımlandı. İki haber de Türkiye’deki Yahudileri, Gazze’deki katliamlardan sorumlu tutuyor, suçluyor, hedef gösteriyordu.

Elbette gazeteci olarak İsrail’in Filistin halkına uyguladığı insanlık dışı savaşa, zulme ve cinayetlere karşı tavır almalıyız. Buna şüphe yok. Ama İsrail devletinin yürüttüğü kanlı savaşa itiraz ederken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudileri hedef göstermemeli, onları nefret söylemine kurban etmemeliyiz. O insanlara yönelecek bir saldırıdan gazetecilik sorumlu olur.

Türkiye gazetesinde “İsrail’deki Türkiyeliler Birliği”ne atıfta bulunulan haberin başlığında “Türkiyeli” sözcüğünün tırnak içine alınmaması dikkat çekiciydi. Gerçi haberin içinde “Türk vatandaşı” da deniyor ve bir yerde “Türkiyeli” tırnak içine alınıyordu ama “Demir Kubbe’ sisteminin başındaki generalin de bir Türkiyeli olduğu öğrenildi” cümlesi de kullanılıyordu.

Hem aynı başlığı ertesi gün gazetenin yazarı Rahim Er de tırnak içine almadan kullandı ve yazısında tam dokuz kez “Türkiyeli katiller” dedi. Zaten Rahim Er yıllar önce kaleme aldığı bir yazıda Anayasa’daki vatandaşlık kavramını değerlendirirken “gayrı müslim azınlıklar, vatandaş olunca nasıl Türk olmaktadır” diye sormuştu.

 Türkiye gazetesi, ünlü oyuncu Oktay Kaynarca’nın “Ben Türkiyeliyim” sözlerine tepkiler yükseldiğinde ona destek vermemişti. Ama anlaşılan Yahudiler söz konusu olunca iş değişiyor; Yahudiler’e “Türkiyeli” denilmesine itiraz etmiyorlar! Başka bir deyişle, Türkiye’de yaşayan herkes “Türk vatandaşı” ama bazıları “Türkiyeli” olabiliyor!

İran’daki seçimin imrendiren yanı

İran’daki seçim kampanyasının en çarpıcı yanı, kuşkusuz, altı cumhurbaşkanı adayının devlet televizyonunda tam dört kez canlı yayına çıkmalarıydı.

İktidar medyası, Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardır bırakın seçimlerde rakipleriyle canlı yayına çıkmayı, eleştirel gazetecilerin bile karşısına çıkamadığını çağrıştırmak istemediğinden olsa gerek, İran’da adayların katıldığı bu programları haber yapmaktan kaçındı. Anadolu Ajansı, Aydınlık, Hürriyet, NTV, Takvim dışında adayların tv’deki tartışmalarıyla ilgili haber göremedim. Onlar da dört programdan sadece birini kısaca haberleştirdi.

Aslına bakarsanız, muhalif medyada da İran’daki seçimlere gereken önem verilmedi; tartışma programlarının tümü haberleştirilmedi. Oysa reformist aday Mesud Pezeşkiyan, “kadınlara zorla başörtüsü taktırılamayacağını” savunuyor, Türk olduğunu açıkça söylemekten geri durmuyordu.

Buna rağmen o programlar Türkiye’de muhalif medyanın gündeminin ilk sırasına çıkamadı; TV programlarının ana konusu olamadı. Muhalif medyadan bir kanal çıkıp da İran’daki adayların tartışma programının bir bölümünün bile tümünü yayımlayamadı.

Adil ve demokratik bir seçim için adayların ortak TV programına çıkmalarının elzem olduğunu seçmenlere anımsatmak kötü mü olurdu? İran örneğine imrendim doğrusu. Tabii bu uygulamanın onca direniş, onca mücadele ve onca ölümün kazanımı olduğunu da unutmadan…

Tek cümleyle:

DHA, İHA’nın geçtiği onlarca TV, haber sitesi ve gazetede kullanılan “Cami tuvaletinden sabunluk çaldı” haberlerinde Amasya’nın Suluova ilçesindeki TOKİ Camisi tuvaletinin içine kamera konulmasının insanların mahremiyetine müdahale olduğu sorgulanmadı. 

Akşam ve Yeni Akit, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin TBMM’deki grup konuşması öncesinde rahatsızlandığına haberde hiç yer vermedi; Sabah ve Türkiye ise sadece “TBMM’de oturarak konuştuğunu” yazmakla yetindi.

Saadet Partisi’nin yayın organı Milli Gazete, “Karamollaoğlu duyurdu: aday Mahmut Arıkan” haberi yaparken, Genel Başkanlığı aday olan Birol Aydın’dan hiç söz etmedi.

Yeni Akit, “İslam şeriatı, İslam’ın kendisi demek değildir” açıklaması yapan 14 ilahiyatçıyı, “Salman Rüşdi takipçileri” ve “sözde ilahiyatçı artıkları” diye hakaret etti ve hedef gösterdi.  

Diyarbakır’da bir grubun Starbucks ve Burger King şubelerine tekbirlerle saldırmasını iktidar medyası genellikle görmezden gelirken Yeni Akit bu saldırıyı savundu.

İntihar haberlerinin bulaşıcı özelliğine rağmen Artı Gerçek, Hürriyet, Korkusuz, Sabah ve Yeni Şafak, Hakkâri’de bir genç kadının Zap suyuna atlayarak intiharını geniş haber yaptılar.

Cumhuriyet, CHP Genel Başkan Yardımcısı Yalçın Karatepe’nin Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’i ziyareti haberine sanki daha önce iki parti arasında “masa” kurulmuş gibi “CHP ile AKP arasındaki ekonomi masası dağıldı” başlığı attı.  

BirGün’ün, Bakan Şimşek’in ekibindeki 18 kişinin “çifte maaşlı” olduğu manşetini, Sözcü iki gün sonra “Tasarruf bunun neresinde” diye manşetten yayımladı ama kaynak göstermedi.

Trendyol’un tam sayfa haber görünümlü reklamını, Akşam, Dünya, Ekonomi, Hürriyet, Milliyet, Posta, Sabah, Takvim, Yeniçağ ve Yeni Şafak “Bu bir ilandır” uyarısıyla yayımlarken, Türkiye ve Yeni Akit gazeteleri reklam uyarısı koymadı.

Ahmet Hakan, patronu Yıldırım Demirören ile yaptığı söyleşide “Bazı çevrelerin bu borçlar konusunu gündemde tutma çabasını neye bağlıyorsunuz” diye sorarak, Ziraat Bankası’ndan alınan kredi ve geri ödemedeki sorunu geçiştirmesini sağladı.

Ticari lastik üreticisi Prometon firması, Hürriyet ve Akşam muhabirlerini Almanya’ya götürdü, oradaki basın toplantısını izleyen gazeteciler yeni tip lastiği tanıtan haberler yazdı.

Türkiye’nin, Lise Müdür Yardımcısı Mahir Boğaç’ın öldürülmesi haberine “Öğrenciden öğretmene kanlı pusu” başlığı yanlıştı; katil öğrenci değil, intikam için tutulan bir tetikçiydi. 

TFF’nin yanısıra sponsor şirketler de Euro 2024 için gazetecileri Almanya’ya götürdü; Denizbank’ın Türkiye-Çekya maçı için Almanya’ya götürdüğü gazeteci sayısı 30 kadardı.

Halk TV’nin 28 Haziran’daki ana haber bülteninde Elazığ Vali Yardımcısı Oltan Bayraktar’ın yerine yanlışlıkla eski bakan Erdoğan Bayraktar’ın görüntüsü kullanıldı.

ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar