Şevket Süreyya Aydemir, emrindeki erlere sorar:
-Biz hangi milletteniz? .
Her kafadan bir ses çıkar.
-Biz Türk değil miyiz?
-Estağfurullah!..
Suyu Arayan Adam kitabında Aydemir’in anlattığı bu hikâyenin fazla bilinmeyen bölümleri de vardır.
Aydemir’in, Osmanlı döneminde emrindeki askerlerle yaptığı konuşmalardan aktardıkları, cumhuriyet öncesi döneme ilişkin efsaneleri geçersiz kılar.
Aydemir’in Birinci Dünya Savaşı yıllarında komuta ettiği bölükte, İstanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen yoktur.
Aydemir, savaşın etkili olmadığı günlerde bölüğüne dersler verir. İstanbullu başçavuşa sadece dinlemesini söyler ve sorar.
“Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?” diye soruca hep birden:
“Elhamdü-l-illâh Müslümanız.” diye cevap vermelerini bekler.
“Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi ‘imamı âzam dinindeyiz’ dedi. Kimisi ‘Hazreti Ali dinindeniz’ dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, ‘İslâmız” diyenler de çıktı ama ‘Peygamberimiz kimdir?’ deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi: ‘Peygamberimiz Enver Paşadır!’ dedi. İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da, ‘Peygamberimiz sağ mı?’ diye sorunca iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu.”
Aydemir’in anlattığı bu hikâye, başka sorularla daha da acıklı hâle gelir.
“Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de, din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onların da hiçbiri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. (…) Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Hâlbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.”
Prof İlber Ortaylı, Osmanlı’da okuma yazma oranının yüzde 10 olduğunu belirtir. Savaşta verilen kayıplar ve zaten kadınların okuma yazma bilenlerinin daha az olması nedeniyle cumhuriyet kurulduğunda bu oran yüzde 5-6’ya düşer.
Harf devrimi hazırlıkları
Afet İnan, harf değişikliği yapılmadan yıllar önce Atatürk’ün hemen herkesle bu konuda konuştuğunu ve tartıştığını anlatır.
“O ilk önce, eski harflerin sakıncaları hakkında, aydın kesim içinde bir düşünce birliği oluşturmayı hedef edindiğinden, bu konular etrafında her vesile ile konu açmıştır. Bu hazırlık devri yıllarca devam etmiştir. Atatürk, etrafındaki aydın topluluğunu bu işin yapılması zorunluluğuna ikna ettikten sonradır ki, kendi düşüncesinin uygulanmasına geçmiştir. İşte o zaman o artık hiçbir engel tanımamaktadır ve bu işi derhal yasalaştırmak lazım geldiğine kuvvetle inanmıştır.”
1 Kasım 1928’de Türkiye Büyük Millet Meclisi, Harf Değişikliği Kanunu’nu kabul eder.
“Atatürk, gazetelerin bir geçiş devresi olarak, yarı yarıya eski ve yeni harflerle çıkması önerisini reddetmişti. Atatürk için düşünsel hazırlık devri bitmiş, işin uygulama safhasına girilmiştir. Onun için büyük heyecan ve kapsam ile işe başlamak lazımdır.”
“Türkler ikinci sınıf”
“1928 yılında İstanbul’da Fransız Notre Dame de Sion okulunda okuduğum derslerin arasında, bir coğrafya kitabında, resimlerle de gösterildikten sonra, Türk ırkının sarı ırka mensup olduğu ve ‘secondaire’ yani ikinci derecede kabul edildiği yazılı idi. Bu resim ve bilgiye göre etrafıma bakıyor ve bunun gerçeğe uygun olmadığını görüyordum. Atatürk’e kitabı gösterdim. (…) Avrupa tarihleri, ‘barbar’ lakabını verdikleri Türkleri sadece bir istilacı kavim olarak kaydediyorlardı.”
Afet İnan, anılarında, Türklerle ilgili aktardığı bu olumsuz yorumlar üzerine Atatürk’ün, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun oluşmasını sağlayacak çalışmaları başlattığını belirtir.
“Atatürk, o sıralarda İstanbul Üniversitesi’nde verilen tarih notlarını da okumakta idi. Daha evvelce de, H.G. Wells’in Dünya Tarihi ile ilgilenmiş ve onları tercüme ettirmişti. Fakat asıl 1930 yılı, yeni kitapların getirtilmesiyle ve etrafındaki devlet ve bilim adamlarını da Türk tarihi üzerine ilgi çekmek suretiyle geniş bir tarih araştırmaları devri açılmıştır. Atatürk, Türk tarihine ait konuları bizzat okuyor ve etrafındakilere görevler veriyordu.”
Türk Tarihi Cemiyeti olarak kurulan ve Türk tarihi üzerinde çalışma yapan kurul, 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adını aldı.
Burada yapılan çalışmalarla yeni bir tarih tezi ortaya çıkar.
“Osmanlıca’nın fakirliği”
“Osmanlı tarihi, Osmanlı hanedanından önceki Türklüğe barbar gözüyle bakar. Türklüğe, ancak, Arap-İslam dünyası içinde şahsiyetini kaybettiği kadar değer verir. Osmanlı edebiyatı, Türkçenin Arap ve Fars dillerinin kelime ve kaide egemenliği altında yaşayabileceği davasını tutar. Türkler medeniyet bakamından tarihsiz, ilim ve edebiyat bakımından dilsizdirler.”
Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında, Osmanlı döneminde Türklerin bir kimliğinin olmadığını ve edebiyat dillerinin gelişmediğini bu sözlerle anlatır.
Atay, Türkçe’nin bir edebiyat dili olabilmesi için yapılan çalışmalarda yaşadıkları zorluklara örnek olarak, Larousse çevirisini gösterir. Atay, çeviriyi yapan dil komisyonunun, birçok kelimeye karşılık bulamamasının nedenini, “Osmanlıca’nın fakirliği” olarak tanımlar.
Bu eksikliği gidermek amacıyla, eski metinlerden aramalar yapılar, halk diline başvurulur ve kelime üretilir. Komisyon üyelerinin bir kısmı Türkçe kelimeleri toplama görevini üstlenirler ve bu çalışmalar sonunda, Türkçe bir edebiyat dili haline gelir.
Atay, Atatürk’ün Türkçe’nin gelişmesi için çabasının nedenini de şu sözlerle anlatır:
“Türklerin bize öğretilenden başka türlü bir tarihi olduğu ve Türkçe’nin bağımsız bir ilim ve edebiyat dili olabileceği kanısı, Türklük gururu ile göğsü durmadan kabarıp inen Atatürk’e büyük bir şevk verdi. Biraz zorlama olsa da, Türkler onulmaz aşağılık duygusundan, yani bir medeniyet tarihleri, bir ilim ve edebiyat dilleri olmadığı tevekkülünden kurtulmalı, hatta bu aşağılık duygusunu, medeniyete ve ilme hizmet eden başlıca milletlerden olmak üstünlüğü duyusu ile değiştirmeli idiler. Böyle bir duygu değiştirmede Arapça kadar zengin ve sağlam temelli bir dilleri olduğuna inanmaları şart idi.”
“Gayri müslimlere terk edilen işler”
Türklerin Osmanlı döneminde eğitimsiz olmaları, yaptıkları işlerde de görülüyordu.
“Cumhuriyet ile birlikte tamamıyla gayri müslimlere terk edilmiş işler nedeniyle kalifiye işleri Türklerin yapamayacağı kabul ediliyordu. Türkler rençper, asker, memur, vakıfçı veya derebeyi idiler. Ankara’ya kadar olan demiryolu Osmanlı’nın değildi. Düyunu-u Umumiye’de idi.”
“Bütün Türkiye çarşıları Hristiyanların elindeydi. Bütün ithalat- ihracat tüccarlığı Hristiyan ve yabancıların elinde idi. Bir tek Türk bankası olmadıktan başka bütün bankalarda Türk memur yoktu. Evet, Sakarya Savaşı’nda Ankara ile Polatlı arasında işleyen trenin biletçisi bile Hristiyandı. Evet, İzmir alındıktan sonra, Yakup Kadri, Halide Edip ve bana Kütahya’dan halk gelmiş: ‘Çarşımız kapalı, Hristiyanlardan hiç olmazsa sanat ehli olanları geri göndertiniz.’ demişlerdi.”
Atatürk’ün maaşı ve malları
Atatürk, geriye edebiyat dili olan bir Türkçe, kadınları eşit vatandaş haline getiren bir Medeni Kanun, aşağılık duygusundan arınmış, ırkçı olmayan bir Türk kavramı, bilimde, sanatta gelişmeye hazır bir cumhuriyet bıraktı.
Bir de Atatürk’ün maddi mirası vardı.
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam’da bu mirasa ilişkin şu bilgileri verir:
“Atatürk’ün emekli maaşı 43 liraydı, Hasan Rıza Soyak (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri) daha sonra bu maaşın 150 liraya kadar çıktığını anlatır. Atatürk öldüğünde bankada biriken parasının miktarı 19 bin lira idi. Maaşını pek fazla biriktiremezdi. İstanbul’da olduğunda masrafı fazla olur hatta maaşını yetiştiremezdi. Çünkü evi ve sofrası açık bir insandı.
“İş Bankası’nda kendi sermayesi sayılan bir parası vardı. Ama o parayı hiçbir zaman kendisinin saymazdı. Nitekim vasiyetinde, bu paranın gelirini Dil Kurumu, Tarih Kurumu gibi teşekküllerin giderlerine karşılık tuttu. Bu gelirlerin ancak pek küçük bir kısmını ve pek mütevazı miktarlarla, hemşiresinin ve bazı yakınlarının aylıklarına ayırdı. Zaten anapara bir hediyeydi. Milli Mücadele içinde Hint Müslümanları ona göndermişti. Gerekli ihtiyaçlara sarf olunandan gayrısı zaferden sonra (750 bin lira kadar) Türkiye İş Bankası’na sermaye olarak yatırılmış ve daha sağlığında vasiyetle devredilmişti.
“Ama zaferle beraber bazı şehirler ona mülk, bina, arazi şeklinde hediyeler vermişlerdir. Bunları hiçbir zaman kendi kazancı ve müktesep hakkı saymadı. Nitekim daha ilk parti kongresinde ve bu kongrede hareketlerinin hesabını verip Cumhuriyeti gençlere emanet ettiği günlerde, 19 Ekim 1927’de, bu mülkleri kendisinin ve kendi mücadelelerinin devamcısı olacağını düşündüğü Cumhuriyet Halk Fırkası’na bağışladı.
“Toprak ve çiftçilik işlerine gelince, bu işlere karşı özel bir sevgisi, bağlılığı vardı. Toprak adamlığını köklülük sayardı. Bazı topraklar edindi veya ona bazı topraklar hediye edildi. Bazı çiftlikler kurdu. Bunlara emek verdi. Bunlar için ter döktü. (…) Çiftliklerin gayesi kendince mülk edinmek değildi. Ama teşebbüsler öyle gelişti ki, küçük çiftçinin içinden çıkabileceği sınırı aştı ve Gazi Mustafa Kemal, işte bu toprakları ve çiftlikleri bir gün toptan Ziraat Vekâletine bağışladı. Gazi’nin malları hikâyesi de işte böyle biter.”
Yorum Yazın