O leş gibi kokan, yerdeki küflenmiş yemek artıkları üzerinde iri hamam böcekleri dolaşan yarı karanlık mutfaktan elimizden geldiğince hızla koşarak geçtik. Gloria benden iki adım kadar öndeydi ve günlerdir yıkanmamış olan kirli vücudundan yükselen acı ter kokusu, burnuma doluyordu.
Mutfağın arka kapısından fırladık ve çöp varillerinin gelişigüzel sıralandığı o dar, karanlık ve lağım gibi kokan sokağa daldık. Şehir yöneticileri sanki insanlara kötü bir şaka yapmak istemişler gibi, buraya ‘Hanımeli Sokağı’ adını vermişlerdi. Bir ara karanlıkta ne olduğunu anlayamadığım bir şeye çarparak yere düştüm. Fırladım. Gloria görünürde yoktu. Kısacık sokağı hızla geçtim ve donup kaldım.
Göl, altın bir tepsi gibi parlayan kocaman bir ayın altında pırıl pırıl orada duruyordu işte. Michigan gölü. Gloria ile ikimizin de bunca zamandır orada olduğunu bildiğimiz ama hiç görmediğimiz göl. Gece yarısının çoktan geçildiği bu saatte, sakin, sadece kendisinin bildiği bir dansı yapıyormuşçasına yavaşça kıpırdıyordu. Yıldızlar ile ayın ışıkları, gölün belli belirsiz kımıldayan köpüklü sularında yavaşça kırılıyor, annemin boynundan hiç çıkarmadığı o akik kolye gibi, etrafa solgun ışıklar saçıyordu.
Gloria oradaydı. O sakin suların kıyısındaki bir banka oturmuş, ağzında yanmamış bir sigara, gökyüzüne bakıyordu. Niye o güne kadar hiç görmediği göle değil de gökyüzüne? Merak ettim ama bunu ona sormadım elbette. Anlamsız olurdu ve muhtemelen bunun sebebini o anda kendisi de bilmiyordu. Ben de bankın öteki ucuna sessizce iliştim. Gece tümüyle sessizdi.
Arkamızdaki asfalta, önümüzdeki suya ve gökyüzündeki yıldızlara baktım ama bankın hemen öteki ucunda oturmakta olan Gloria’ya hiç bakmadım. Korkuyordum. Ne göreceğimi biliyordum ve bu da beni ölesiye korkutuyordu. Kirden, terden yapış yapış olmuş gömleğimin cebinden sigara paketini çıkarmaya çalıştım. Ben aranırken Gloria’nın ay ışığında iyice soluklaşmış, damarlı, ince ve upuzun parmaklı eli, omuz başımda beliriverdi. Bana uzattığı sigarayı almak için mecburen yüzümü ona doğru çevirdim. Ağlıyordu.
Sonra ansızın güldü. İri ve öne çıkık dişleri çıplak bir ampul gibi parladı. Bir yandan da ağlamasını sürdürüyordu. Gözlerini benden hiç ayırmadan, sağ elini dizlerinin üzerine koymuş olduğu çantasına soktu.
Şakaklarım zonklamaya başladı. Çantasını karıştıran eline bakmamaya çalışıyordum. Boşunaydı. Gloria elini çantasından çıkardı ve namlusundan tuttuğu silahı, hiçbir şey söylemeden bana uzattı. Otuz iki kalibrelik bir Simith-Wesson. Bir aydır bizi bir yarış atı gibi koşturan, bazen pohpohlayan, bazen alay, bazen hakaret eden, yalanlarla aldatan, ücretlerimizi, istirahat saatlerimizi, yiyecek ve içecek haklarımızı acımasızca çalıp çırpan, organizatör Rocky’nin silahı. İşler çığırından çıkıp da üstüne yürüdüğümüzde, arka cebinden çıkarıp bizi tehdit ettiği o özel silah.
Hala yaşlı olan soluk mavi gözlerini benimkilerden hiç ayırmadan silahı elime tutuşturdu. Okşar gibi hareketlerle elimi tuttu. Yavaşça kendine doğru çekti ve silahlı elim şakağına bir iki parmak kalınca durdu. ‘Hadi’ diye fısıldadı. Ağlaması durmuştu. ‘Ruhum da bedenim de kırıldı’ dedi. İkimiz de bu koca şehre çok uzak köylerden gelmiştik ve doğup büyüdüğümüz o köylerde, ayağı kırılan atlara ne yapıldığını çok iyi biliyorduk Atların kırılan ayakları bir daha asla kaynamazdı ve atların acı çekmemesi için de onları hemen vururlardı. Gloria gözlerini yumdu ve başını ilk kez göle döndürdü. Sonra da zor duyulur bir sesle mırıldandı: “Atları da vururlar”.
Cümlesini bitirir bitirmez tetiği çektim. Ayağa kalktım. Bir an, kısacık bir an, Gloria'ya baktım. Bulunduğum yerden tam olarak seçemiyordum ama, yüzünü ve dudaklarını görebildiğim kadarıyla gülümsediği anlaşılıyordu.
Silahtaki öteki mermileri boşalttım. Boş tabancayı cebime sokarak, polis merkezine doğru yürüdüm. Mavi, mor neon ışıklarıyla aydınlatılmış, içinde insanların birkaç dolar, bir lokma ekmek ve bir iki saat uyuyabilecekleri bir yer bulabilmek için haftalardır hiç durmaksızın süren gaddar bir dans yarışmasına katıldıkları uyduruk müzikhollerden yükselen sesleri duydum.
Elimde olmadan gülümsedim. Daha iki saat öncesine kadar biz de o müzikhollerden birindeydik ve beş on kuruş kazanabilmek için, zavallı Gloria ile ayakta uyuyarak güya dans ediyorduk. Karmakarışık duygular içindeydim ama bunlardan hiçbiri korku, endişe ya da ona benzer bir şey değildi. Çünkü mahkemeye çıktığımda kendimi nasıl savunacağımı biliyordum. Yargıca ‘atları da vururlar, değil mi?” diyecektim. Beni anlayacağından emindim…
Benim burada aslında romanda olmayan bir sahne ve kasten abartıp taklit ettiğim böyle bir dille yazdığı Gazetecinin Ölümü, Kefenin Cebi Yok, Centilmen Jim, Evde Kalmalıydım ve Atları da Vururlar romanlarıyla ünlü Horace McCoy, ABD’nin Tennessee eyaletinde küçücük bir köy, daha doğrusu sadece bir istasyon olan Pegram’da doğdu. McCoy, on altı yaşından sonra eğitimini bıraktı. O da babası gibi bulabildiği her işte çalışmaya koyuldu. Birkaç yüz kişilik nüfusunun neredeyse tümü işsiz ve aç olan Pegram’da dikiş tutturamayacağını görünce, yakınlardaki en büyük yerleşim merkezi olan New Orleans’a gitti. Burada, kadın satıcıları ile polis arasında sonu ölümle biten kanlı çatışmaların yaşandığı randevuevleriyle dolu tekinsiz semtlerde taksi şoförlüğü yaptı. Para karşılığı ve yasa dışı yapılan, hiçbir kuralın geçerli olmadığı sokak dövüşü müsabakalarına katıldı. Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, gönüllü olarak askere yazıldı. Ürkütücü geçmişi nedeniyle hemen ‘savaşçı’ birliklere alındı.
Savaş bittikten sonra ülkesine döndüğünde, kendi deyimiyle ‘bıraktığından daha rezil bir Amerika’ buldu. Askerde fotoğrafçılık öğrenmişti. Fransız Hükümeti’nin kendisine verdiği ‘Croix de Guerre’ madalyasını bir tefeciye rehin verip, satın aldığı bir makineyle fotoğrafçılığa başladı. Teksas’ta Dallas Journal Gazetesi’ne spor muhabiri olarak girdi. Röportajcılıkta sivrildi. Hikayeler yazmaya koyuldu. Kendine özgü bir anlatım biçimi ve argo sözcüklerle kaleme aldığı bu hikayeler, yavaş yavaş tanınmaya başladı.
Derken ünlü ‘Kara Perşembe’ patlak verdi. Sadece bir hafta içinde dört bin kadar kuruluşun iflas ettiği 1929 ekonomik krizi, milyonlarca insan gibi McCoy’u da dibe sürükledi. Beş parasız kalan McCoy, bulabildiği her araca çoğu kez kavga dövüş binerek Los Angeles’a taşındı. Hollywood’a gitti. Fiziğine güveniyor ve sayısı azalsa da hala film çekilen Hollywood’ta aktör olabileceğini düşünüyordu. Olamadı.
1930’da ABD Başkanı seçilen Franklin Roosevelt, ülkeyi krizden kurtarmak amacıyla başlattığı ‘New Deal’ programıyla iç tüketimi canlandırmaya yöneldi. Televizyonlar, hükümetten de mali yardım alarak ‘Biri Bizi Gözetliyor’, ‘Aileler Yarışıyor’ türü programlar yapmaya koyuldular. Bunların yanı sıra, bir çok özel kuruluş da ödüllü ‘beceri yarışmaları’ düzenlemeye başladı. Çeşitli alanlarda yapılan bu sözüm ona yarışmaların en rağbet göreni, dans yarışmaları oldu. Haftalar, hatta aylar süren, yarışmacıların biraz para kazanabilmek uğruna aç susuz ve uykusuz dans etmeye çalıştıkları bu yarışmalar, eski hangarlarda, depolarda son derece sağlıksız koşullarda yapılıyor ve yarışmacılardan ölenler bile oluyordu.
Horace McCoy, bu yarışmaların düzenlendiği eski bir hangarda bir süre ‘bouncer’ yani fedai olarak çalıştı. ABD’nin her yanından gelen ve en çok bin dolarlık bir ödül umuduyla çoğu kez pistte birbirlerine sarılarak uyumaya çalışan, yemek için kendilerine beş dakikadan az bir zaman verilen, haftalarca yıkanamayan, elbise ve çamaşır değiştiremeyen, ayrıca yarışmayı düzenleyenlerin her türlü hakaretine, tecavüzüne maruz kalan, genç, yaşlı, kadın, erkek, hamile hatta çocuk Amerikalılarla birlikte oldu. İnanılmaz acılarına doğrudan tanık olduğu bu insanların dramını Atları da Vururlar adıyla romanlaştırdı.
ABD’de tepki çekeceğinden korkulduğu için basılamayan ve bu nedenle ancak İngiltere’de ilk baskısı yapılan Atları da Vururlar, 1969’da ünlü yönetmen Sydney Pollack tarafından filme de çekildi. Baş rollerinde Jane Fonda ile Michael Sarrazin’in oynadığı film, Oscar, Golden Globe gibi saygın sinema ödülleri kazandı.
Horace McCoy, 15 Aralık 1955’te bir kalp krizi sonucunda öldü.Yaşamı boyunca olduğu gibi öldüğünde de yine parasızdı. Bu nedenle eşi, cenaze masraflarını karşılayabilmek için McCoy’un kitaplarının yayın haklarını ve bazı özel koleksiyonlarını satmak zorunda kaldı. Birlikte yaşadıkları ve içindeki değerli sayılabilecek bazı eşyaların da bu uğurda satıldığı küçük apartman dairesine dönen eşi, Horace McCoy’un yatağının başucunda duran bir kitap buldu. Satılma furyasından her nasılsa kurtulabilmiş olan bu kitap, Horace McCoy’un romanlarından biriydi.
Kitap, ‘Kefenin Cebi Yok’ adını taşıyordu…
Kim demiş tarih ölü bir insanın tanıklığından ibarettir diye. Öyle olsa idi senin usta kaleminle gündeme getirdiğin 'dans yarışmaları' durmadan yerkürenin her köşesinde tekrarlanıp durur muydu! Filmi de çok başarılı idi bana göre. Ellerine sağlık.