Lemi Özgen

Lemi Özgen


Beklemekten sıkılmıştı

Beklemekten sıkılmıştı

Zorlukla biraz daha yürüyüp, Sakarya Caddesi’nin nispeten serin gölgeliğine sığındı. Sabah evdeki köhne televizyonda o gün hava sıcaklığının otuz üç derece olacağını dinlemişti ama bunun ne demek olduğunu pek kestirememişti. Ankara yanıyordu. Kızılay meydanına döşenmiş pembeli beyazlı granit taşlar, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmış ‘art nouveau’ tarzı binaların sarı cepheleri, sıcaktan cayır cayır yanıyordu.

Son bir çabayla lokantadan içeri attı kendini. Akşamüstü saatlerinden itibaren yer bulmanın imkansız olduğu ünlü ‘Tavukçu Lokantası’,  vakit henüz öğle olduğundan tenhaydı. Duvar dibindeki bir masaya ilişti. Yüzü hiç gülmeyen o ‘suratsız’ Laz garson, etrafındaki komilerle birlikte at yarışı bültenini incelemeyi sürdürdü, istifini hiç bozmadı.

Derin derin soluklandı. Gülten’in yıkayıp ütülediği kocaman mendili çıkarıp, alnındaki, boynundaki terleri sildi. Tansiyon hapını çıkarıp masanın üzerine koydu. İlaç kutusunu masada iyice ileriye itti ki, garson ya da komilerden biri görsün ve içmesi için bir şişe su getirsin. Fayda etmedi. Zehir yeşili gözlü, hançer burunlu garsonla, hepsi de ona benzeyen yardımcıları, genizden gelen bir sesle konuştukları Lazcayla sohbet edip, at yarışı bültenini didiklemeyi sürdürdüler.

Yorgundu. Ayağa kalkmaya, girişteki masaya sıralanmış ‘Kumluca’ su şişelerinden birini almaya üşendi. Arkasına yaslanıp, ‘şampanya rengi’ boyalı duvarlardaki tabloları belki beş yüzüncü kez seyre koyuldu. Uzungöl’ün kocaman bir resmi. Sonra yaylalar. Herkes tanısın diye altına kocaman harflerle Palovit, Hodeçur, Samisdal, Pokut, Çat, Haçivanak, Hemşin, Başyayla, Verçenik diye isimleri yazılmış olan yemyeşil yaylalar. Çay tarlaları. ‘Patron İsmail, memleketini çok özlüyor olmalı’ diye düşündü.

Tam karşısındaki Atatürk tablosuna ilişti gözü. Mustafa Kemal’i general üniformasıyla gösteren resmi yeniden inceledi. Çekirdekten yetişme bir asker gözüyle, paşanın sırmalarına, apoletlerindeki kılıç ve yıldızlarına, göğsündeki nişanların kurdele renklerine baktı. Altın yaldızlı çerçevenin hafif yamukluğunu da tam o anda fark etti. Tedirgin oldu. Oysa daha üç gün önceki gelişinde duvardaki tablonun çok hafifçe de olsa sağa doğru eğrildiğini görmüş ve hemen düzeltmişti.

Başka yerlere bakmaya çalıştı. Önündeki çatal, kaşık ve bıçağı defalarca düzeltip, milimi milimine hizaya soktu. Kül tablasını, su ve rakı bardaklarını, plastik ekmek sepetini, ‘verev’ katlanmış peçetelerin yerleştirildiği fakfon kutuyu, ortadaki servis tabağına eşit uzaklıkta ve hepsi de bir hizada olacak şekilde dikkatle düzenledi. Masaya koyduğu ‘Tekel 2000’  sigara paketi ile ‘muhtar çakmağı’nı da çok düzgün bir şekilde üst üste koydu.

Ne yapsa boştu. Hiç bakmasa bile, duvardaki tablonun hafif eğriliğini ‘görebiliyordu’.  Daha fazla dayanamadı. Bir sandalye alıp, tablonun altına getirdi. Üzerine peçeteler koydu. Sümerbank’tan aldığı mokasen ayakkabılarını çıkardı. Sandalyenin üzerinde yükselip, tablonun eğriliğini düzeltti. İndi. Ayakkabılarını giyip, biraz geriye çekildi ve tabloya baktı. Yeniden sandalyeye çıkıp, tabloyu yeniden düzeltti. Aynı şeyleri birkaç kez daha yaptıktan sonra emin oldu ve masasına oturdu. Nihayet gelebilen garsona rakı ve kara lahana dolması ısmarladı.

Daldı gitti. Kopuk kopuk şeyler düşündü. En küçük bir hiza bozukluğunda bile hemen kendisini rahatsız eden bu ‘simetri tutkunluğu’nun kaynağını düşündü. İlkokul çağından başlayıp, koskoca bir ‘kıdemli yüzbaşı’ oluncaya kadar süren askerlik hayatının bunda etkili olup olmadığını düşündü. Evdeki yıkanması gereken çamaşırları, tıkanmış lavaboyu düşündü. Emekli aylığını ne zaman alacağını hesaplamaya çalıştı. Sonra gitgide bozulan sağlığını düşündü. Gülten’in uyarılarını düşündü. Yüksek tansiyonuna rağmen, rakı ve sigarayı günden güne artırdığından yakınmaları geldi aklına.

Kısacası, Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Vüs’at O. Bener, o sıcak yaz gününde Ankara’nın en bildik lokantalarından biri olan ‘Tavukçu’da rakı içerken, yüzlerce şey düşündü ve bunlardan hiçbiri edebiyata dair olmadı. Bener, o gün orada sadece ve sadece ‘insana dair’ şeyler düşündü çünkü her şeyden önce kendisi de bir insandı hem de ‘duyarlı ve incelikli’ bir insandı… 

Siyah-Beyaz, Mızıkalı Yürüyüş, Dost, Yaşamasız, Kara Tren, Kapan, Buzul Çağının Virüsü, Bay Muannit Sahtegi’nin Notları gibi eserleriyle tanınan Vüs’at Orhan Bener, 1922’de Samsun’da doğdu. Harp Okulu’nu bitirip subay oldu. Yüzbaşı rütbesindeyken istifa edip, ordudan ayrıldı. Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.

Hukuk Fakültesine kayıt yaptırdığında otuz bir yaşındaydı. Derslere girdiğinde, yaşları yirmi civarında bulunan öteki öğrenciler, Bener’i öğretim üyesi sanıyorlardı. ‘Bu yaştan sonra başarabilir miyim’ sıkıntısıyla geçen öğrencilik döneminde, zorlu bir yoksulluk yaşadı. Ankara varoşlarında kiraladığı tek göz gecekonduda, çoğu kez sobaya atacak odun bulamıyordu. Çeşitli okullarda tarih ve yurttaşlık öğretmenliği yaparak geçinmeye çalıştı.

Fakülteyi bitirip Ticaret Bakanlığı’na girince biraz rahatladı. Evlendi. Nedir, sıkıntı ve acılar yakasını bırakmadı. Eşi hastalandı ve karnında taşıdığı sekiz aylık çocuğuyla birlikte öldü. Bener, yazarak toparlanmaya çalıştı. New York Herald Tribune ile Yeni İstanbul Gazetesi’nin birlikte düzenlediği öykü yarışmasında, Dost adlı öyküsüyle ödül kazandı. Değişik dili ve şaşırtıcı kurgusuyla edebiyat dünyasında tanınmaya başladı. Bilge Karasu ve Oğuz Atay’la arkadaş oldu. Kendileri hiç de böyle bir amaç taşımamalarına rağmen, Bener, Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan, Türk hikayeciliğinde yeni bir akım olarak isimlendirildiler. Oğuz Atay’ın ünlü Tutunamayanlar kitabındaki Süleyman Bey’in, aslında Vüs’at O. Bener olduğu öne sürüldü.

Kendi yalnızlığını, hayatın kullanım alanındaki beceriksizliğini, çaresizliğini, sıkıntılarını eserlerindeki kahramanlarına da yaşatan Bener, kitaplarında ölüm, intihar ve aklını kaçırma temalarına ağırlık verdi. Birçok kitabında ‘Yaşanmış yaşanmışlığıyla kalır. Ölü diriltilemez. Yaşamımın son basamaklarını çıkıyorum. Kimsesizler mezarlığına gömdüm imgelerimi’ gibi ölümü arzulayan cümleler kullandı. İntiharı düşündüğü anlar olduğunu da yazdı. Örneğin Dönüşsüzlüğe Övgü adlı yazısında, ‘Hemen tüm yazarların ölüm beklentisine bel bağladıkları gerçek. Virginia Woolf, Ernest Hemingway, daha niceleri bittiyi algıladıklarında bu yolu seçtiler. Gerçekten yürekliydiler. Bencileyin zayıf ve korkak değil’ dedi.

Ölümünü bekleyerek yaşayan Vüs’at O. Bener, 31 Mayıs 2005’te isteğine kavuştu. Godot adlı ‘manzume’sinde, ‘Vüs’at Bey/Ölümünü bekliyor/Beni beklese ya’ diye yazmıştı 1994’te. Yakınları onun ölümünü bildirirken, ilana ‘Vüs’at Bey/Beklemekten/Sıkıldı’ diye yazdılar.

Doğruydu…

telif

Makale Yorumları

  • Tayfun 09-07-2022 18:39

    Kaleminize , yüreğinize sağlık Lemi bey ...

  • Turgay Karadağ 09-07-2022 15:48

    Muhteşem:)))

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar