“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,
Birinciliği beyaza verdiler” demiş, Özdemir Asaf
Şairler yazmaz mı, yaşayan ama susmuş tüm canlıların yazgılarını, şiirlerde. Şiirler, değil midir? Edebiyat, kitap, tiyatro, sanat eseri olan. Şiir, başlangıçtır. Şafaktır, şiir.
Sanatı yudumlayan, şair ya da sanatçı, yazgıları taşır, hayatı kimselerin görmediği, duymadığı, bilmediğini gönüllü hamallık eder. Dert edinir, ciğerinde. Dolayısı ile yükü hep ağırdır, oturup da bir kaldırımın kenarına bırakamaz, dağa tırmansa bazen en mutlu anında ansızın çıkıverir. Mısır patladığı gibi büyür yareleri, hayatın fişekleri.
UĞURLAMALAR
Hiç sıradan, yük taşımayan ile ağır şiir işçisi, bir olabilir mi? Yemek yerken, gülümserken, içi ağlayan, şairdir onlar. Anlar gibi yapılır, anlaşılmaz aslında, hem çok kolay hem zor görünür. Haftanın neredeyse üç, dört günü birbirinden kıymetli değerleri uğurluyoruz. Hamal taşıyor, tüm gözlemleri içinde deli fişek gibi patlıyor, kimseler bilmeden. Karşı kıyıda Teodorakis, Girit’in sokaklarına taşmış halkı ile uğurlandı. Binden fazla eseri müziğin sonsuzluğuna hem politika hem müzisyen kimliği ile kattı. 1964 Zorba, unutulur mu? Efsane film, efsane müzik!
Akdeniz, Akdeniz (Mediterraneo-1992) filminde bir replik geçer, ikinci dünya savaşı sırasında farklı ülke insanları, Yunan, İtalyan, Türk. “Hepimiz aynıyız, aynı yüzler aynı mideler” der.
Nerede olursan ol, acının adresi tektir. Ama Akdeniz insanının sıcakkanlılığı ve hayatı anlayışı ile aynı orantılı. Bir Yaşar Kemal yüreğini, Yılmaz Güney’den ayırmak mümkün mü? Değer olgusu, işte karşı kıyıda muhteşem esiyor.
Aslında bu biraz abartılı cümle, hak ettiği ve olması gerektiği gibi diyelim. Çünkü ne, Mikis Teodorakis, ne Ferhan Şensoy’dan bir tane daha yok! Ve onlar kolay yetişmedi. Tüketim dünyasının çarkında sanki ortaya konulanlar hep bir çerez ve önemli olan yanında içilen sıvı. Çerez, yedek bekleyen futbolcu gibi, bazen maç bitiyor, o hala yedek kulübede. Mideye indirilmiş, fıstık gibi. Biz, Ferhan Şensoy’u da indiriverdik işte bir çırpıda. Görev yeni başlıyor ama daha önce de dedik, onun kadar alt yapı, sabır, zekâ, Atatürk sevgisi, aydın, nitelik ve insanlık, erdemlerine haiz mi gönüllü olanlar. Yoksa yine kendi çıkarları için mi salınıyorlar? Zaman, hiç şaşmaz eninde sonunda gösterir.
Çarşamba gün ki yazım, Ankara’da olduğum için çıkamadı. Hepsini buraya aktarmaya çalıştım. Ankara’da iken muhteşem haber geldi. Hasan Hüseyin Kormazgil’in, Azime’si ve oğlu için yazdığı gibi “Çatladı çatlayacak”, Temmuz, Eylül’ün umudu ile geldi. Adı, büyükbabasının en sevdiği, o eski terk edilmiş asırlık tiyatroyu SES yaparak, orada yatıp kalktığı, ömrünü adadığı yer olan PERA’dan alacak. Pera, Beyoğlu, İstiklal!
Pera; Peri, güçlü kişi, öte taraf.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün, kültür ve sanat düşünü görüp, hayalini gerçeğe döktüğü yer. Arandığı halde gizlice gazeteyi (mürekkep) çıkarabilmek için geldiği, askeri eğitim aldığı, Fransızcasını geliştirdiği, Rus lokantasında yemek yediği, işgalden kurtarmak için yemin ettiği yer, PERA.
Dünyanın tüm gelmiş geçmiş medeniyetleri boyunca, aklı fikri olan İSTANBUL, PERA!
Ömrün şansın bahtın her dem açık olsun,PERİ KIZI PERA.
Üzümü ezerler, şarap ederler. Tarih kendini bildi, bileli bereket, zeytin gibi üzüm. Caddeleri, medeniyete hasret kalmış bugünün PERA’ sı, seninle umutlanıyor. Hep gül bebek!
Anne ve Babası, ilk açıklamada şunları kaydetti: "Cem ile konuştuğumuz bir şeydi; bir kızımız olursa adı 'Pera' olsun dedik. İkimizin hem ayrı ayrı, hem de kesişen hayatlarının ev sahibiydi Pera..."
PERA, tüm geçmiş ve geleceğimizin bir değerli hazine kutusu. Kendi tarihini bilirsen, daha iyi korursun. Ve korumaya çalıştığının, dünyada da eşi, benzeri olmadığını anladığında, belki daha da çok.
Hoş geldin PERA!
Ülkeler arası dostluk köprüsü kurmaya çalışan Teodorakis, uğurlanırken 3 gün komşu Yunanistan yas ilan etti. Ferhan Şensoy’ da ne yas, ne gam. Kültür Bakanlığı, Teşvikiye Camisine çelenk gönderdi. Katılım yaptılar, bir sonra ki seneye kadar her şey aynı yerinde kalır.
Aynı haftaya bu kayıplara, Fransa’nın yetiştirdiği efsane aktörlerden birinin kaybı da eklendi. Jean Paul Belmonda, bende yeri hep ayrıydı. Herkes Alain Delon, yakışıklı diye onu tercih ederken ben sadece Belmando, dedim. Hala da diyorum, içim sızladı. Bir güzel tören yapmış, Yunanistan. Hakkı olanı. Bir güzel tören yapmış, Fransa. Hakkı olanı.
İnsan izliyor, Belmando’yu, Les İnvalides(1670) müzesinde vasiyeti üzerine 1981 yapımı “The Professional” filminin müziği ile uğurlanıyor. Görkemli bir tören, yakışanı layığı ile yapılıyor. Yine müzik devreye giriyor, yine büyük besteci Ennio Morricone’ ın eseri ile tam da profesyonele yakışır bir uğurlama. Yani bizdeki gibi olur olmaz, müzik yasak değil! İstediğin kadar ıslık çal! Liberti!
Nitelikli, saygı duruşu. Tören sırasında Aktör, Jean Dujardin’i görüyorum, geçtiğimiz yıllarda Emile Zola'nın ünlü "Suçluyorum" adlı mektubunu kaleme almasına da neden olan tarihi Dreyfus Davası'nı odağına alan set ve muhteşem oyunculuk, muhteşem aktör için hüzünleniyor. Subay ve Casus, filmi. Kimselerin çıkmaya cesaret edemediği zamanda tek başıma, sinema salonunda büyük bir keyifle izlemiştim.
Şimdi o kırmızı, beyaz ve lacivert renkler arasında, bir daha gelmeyecek Jean Paul Belmando uğurlanıyor. Mekan, tartışmalı özel hayatına rağmen ustalık ve belki de son işi olan Roman Polonski’nin Subay ve Casus filminin geçtiği alan. Suçsuz yere yargılanan ve avluda rütbesi sökülen askerin, yaşamı ve duruşunu, ne de güzel anlatır.
“Ben suçsuzum der!”
İşte bizim Ruhi Su, Âşık Mahsuni, Yaşar Kemal, Ferhan Şensoy’larımız da suçsuzdu. Bu ülkeyi, kimseler gibi ve sıradan değil, Nazım gibi, yürekten sevdiler. Orhan Kemal gibi dolu dolu yaşadılar. Halkla bir olarak ve ömürleri devam ederken hayat sahnesinin avlusundan apoletleri söküldü. İşsiz, aşsız, umutsuz bırakılmak istendiler. Onlar yılmadı. Hiç pes etmediler, ne üretiyor, ne ile varlarsa, öyle yollarına devam ettiler. Ve onları bilen anlayan tek bir kişide olsa yine halk yüreğine sardı, sarmaladı, ağladı. Yas tuttu.
İster komşu da Teodorakis, ister çağ başlatan Fransız Devriminin menşei topraklarda, Belmondo, ol! Onlar da böylesi törenleri hak ettiler. Hem de daha fazlasını.
9 Eylül, 99.yıl.
3 yıl 3 ay 24 gün.
Yunan işgaline son verip, Lozan Barış Antlaşması ile tam bağımsızlık yolunu açan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK.
İstanbul, Şişli Atatürk Müze Evi ki, Samsun’a çıkmadan önce(16 Mayıs 1919) Kurtuluş Savaşımızın planlandığı yerdir. O binanın girişinde, İbrahim Çallı tablosu yer alır.
Tablosunda Yunan General Nikolas Trikupis’in Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e kılıcını teslim ettiği an resmedilmiştir.
Ve böyle görkemli günde, Başkent Ankara’dayım. Anıtkabir, mis gibi bir havanın eşliğinde, ATA’sını kucaklamak isteyenleri sarıyor. Bir aile kızlarını getirmiş, ismi Zeynep, sanırım üç ya da dört yaşında.
Diyormuş ki: Beni süsleyin, ATATÜRK’ e, gitmek istiyorum!
Siz istediğiniz kadar aydınları yok sayın.
İstediğiniz kadar zulüm edin.
ATATÜRK çocukları bitmez!
Bir ölür, bin diriliriz.
İnsan, hiç görmediği hiç bilmediği sadece kitaplardan, yalan yanlış anlatılanlardan bir insanı sevebilir mi?
Sever elbette, söz konusu ATATÜRK ise.
Onu tanıyıp, anladığında daha da çok sever.
Bir bakar ki O, olmuş!
Bir gün gerçekten onun düşlediği, hayalini kurduğu, asri medeniyet seviyesinde, gerçek aydınlarımızı yaşarken ve giderken layığı ile hatırlayıp andığımız, aydınlık gelecekler için gerçek tohumlarımızın serpildiği dünyayı, en kısa zamanda kucaklamak dileği ile.
Bu vatan bizim!
Bu vatan ecdadımızın kanı, canı ve geleceği ile miras.
Nice zaferlerimizi daha coşku ve mutlulukla kutlamak dileği ile…
Dolayısı ile 1986 da çekilen Derya Arbaş’lı, Beyaz Bisiklet, filmi müziği aslında Jean Paul Belmando’nun vasiyeti uğurlama eseridir. Filmde Beyaz Bisiklet, mutluluk ifade etmekteydi. Biz, mutluluk için rotamızı, motorları, maviliklere sürmekten hiç vazgeçmedik. Son nefesimize kadar soluğumuz “ATATÜRK ve devrimlerinin” yoludur!
Aydınlık, Bilim ve SANAT yoludur.
Yorum Yazın