Mavi, içerik ve anlam bakımından hep özgürlüklerin temsilcisi olduğu gibi aynı zamanda edebiyatın tutkulu kalemlerinin kalkanıdır.
Mavi, diye isim vardır.
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, Azime’sinin karnından, çatladı çatlayacak bir erkek çocuk, Temmuz’da… Mayıs ve Eylül’ler kadar sınırlı değildir, edebiyatçıların dünyası, Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan tutun da Atilla İlhan’ın öncülüğünde “Mavi Akım Öncüleri” olarak; Mavi adlı dergide toplanmıştır. Misal Orhan Duru, Özdemir Nutku,Tahsin Yücel, Ferit Edgü, Demirtaş Ceyhun, Ahmet Oktay. Mesela Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ı “bomstiller” tabiri ile yad etmişlerdir.
Oysaki Orhan Veli sayesinde “Başımıza da konan martı kuşlarını”, biz onun yokluk zamanlarında, Bedri Rahmi, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu gibi birçok seçkin yazarları ile birlikte geçirdikleri hoş vakitlerde, dergisini çıkarabilmek kaygısı ve o yemeklerden yani İstiklal Caddesi’nden Sarıyer’e yürümek zorunda olduğunu anlatmayız. Bazen mesafeleri aydınlar aralar. Ya bilinçli ya bilinçsiz!
MAVİ BENDE HUYDUR!
Gelelim mavinin en çok yer ettiği, Edip Cansever’in Maviliğine.
Mavinin tutkunluğunu, Edip Cansever’i sevmiştik ama Mayıs 2021 tarihinde YKY tarafından basılan ve Habil Sağlam tarafından hazırlanan “İki Satır, İki Satırdır” adlı kitapta, daha anlam kazandı. Daha doğrusu benim için öyle. Okuyucu bu mavinin nereden geldiğini keşfedebilecek mi, o zaman içinde yerini bulacak. Ama bana göre Edip Cansever yaşamı, hayatı, hayata bakışı, aydın olma kavramı ve sevgi olgusunun aktarılışı açısından çok kıymetli. Belki de o kar şimdi yağıyordur. Hep kahverengi değildir, bu Edipçe bir sesleniş sadece. Şairlerin, edebiyat tutkunlarının derin ruh dehlizlerinde nereden beslendiklerini, olguları ne şekilde evirebildikleri, kendi iç dünyalarında hep saklı kalmıştır.
Yakın zamanlarda Leyla Erbil & Ahmed Arif’in mektupları ile gün yüzüne zaten çıkmış ama tescillenmiş, Aşk zincirine, Türk Edebiyatımızın ödüllü yazarı Edip Cansever ve diğer tarafta akademide heykel eğitimi alıp, Danimarka ve Fransa’da seramik sanatı üzerine nişan sahibi olan ve hala Paris’te yaşayan Alev Ebuzziya Siesbye’da katıldı. Edip Cansever aramızda değil ama o duygusu tüm mektuplarda o kadar işliyor ki bilmiyorum bir kadın olmama rağmen benim gibi sizler de bazı yerlerde gözyaşı damlatacak mısınız?
1962 ile 1976 yıllarını kapsayan tam 123 mektuptan oluşan bu AŞK DESTANI, Edip Cansever’in nesirde uzun ve belki de o yıllarda, yıllar boyunca soluksuzluğunun soluğu olarak karşımıza çıkıyor. Hayatın gerçeğinde ikisinin de tanışmaları ve mektuplarla süren aşk hikâyesinde, yer yer dostluğa evrilen ama Cansever tarafında ölümüne bir bağlılık ve sevgi yumağı içinde çileli bir bekleyiş. İstanbul ağırlıklı merkezden sürekli dünyayı dolaşmakta olan Ebuzziya’ya yer yer, bu gezmelerinin boş olduğunu çaktırmadan biraz sitem ile veriyor. Aşk’ta olan, ne diyebilir ki? Üstelik bir zaman sonra mektupları atan Edip Cansever, atamayan Alevci’yi bulacaksınız.
1960 yılında İstanbul’da tanışırlar, 1962’de Danimarka’da bir porselen fabrikasından tasarımcı olarak teklif alan Alev Ebuzziya gider ve gidiş, o gidiştir. Karşılıklı özlemler, Cansever’in soluksuz kaldığında arada Ankara’ya kaçışı, Alevci’sini görebilme için piyango bileti alıp, hayaller kuran bir insandan bahsediyoruz önce. Ve bir mektubu ki pazartesi günleri “şişman postacı” tarafından getirilmekte, Kapalıçarşı’da bulunan babadan kalma antika dükkânında uzun soluklu yıllar. Sırf bu nedenden bile pazartesi günlerini sevmeye neden bir gerçeklik, sevgi bulacaksınız.
Bu kitapta, sadece edebiyatımızın ikinci yeniye dair değerlendirmelerin ufkunu açacağı gibi dönemin Meclis’ine giren Türkiye İşçi Partisi’nin sonradan içerde nasıl dönüştüğünü, aydın olamamanın, birbirlerini ne derece tükettiklerini gösterdiği gibi dönemin eğlence mekânlarına uzun bir yolculuk yaptıracak. Sadece bununla da kalmıyor. İyi bir okuyucu olan Edip Cansever’in okumaları, o okumalar sonrası Alev Ebuzziya’ya da önerilerde bulunması ve “Sadece seramik yapma, bunu yaz da” diye yönlendirmesi. Alevci’nin evliliğini, haykırmadan haykırması. Hepsi Edipçe’de gizli. Hepsi şiirlerde ve kitap içinde içsel bir konuşma, mektup karşılığı olmadan, aslında her bir okuyucunun Edip Cansever’e açık bir sırdaşlık tezahürü olarak karşımıza çıkmakta.
Hal böyle iken aşkının yokluğunda, neden atlaslardan gittiği yerleri keşfe çalışması, Sinematek üyeliği ile filmler dünyasına dalması, Bergman filmleri ile İskandinav ülkelerini kuşatma çabasını anlayacaksınız. Tüm şiirlerini yeniden keşfe çıkacağınız ama 1977 yılında yayınlanan “Sevda ile Sevgi” eserini daha farklı okuyacaksınız. Yineliyorum Edipçe’yi çözerseniz bu roman sizin tasarladığınız bir film olarak soluksuz izlenecek.
İstiklal Caddesi’ni, eski Vakko’nun vitrinini, Kapalıçarşı, Çiçek Pasajı’nda bir iflası, bir masa başında nöbetleri, kendini uyuşturmaya çalışan ve yorulan Karaciğeri…
“Kalmak hep öyle kalmak bir gün-bir yağmur-yağıncaya”
“Yürüdüğüm yerlerde, girdiğim içki evlerinde sana rastlarsam yazacağım. Belki de rastlaştık şimdi. Uzun boylu bir gramofon görmüştüm mezat yerinde. Sabah. Geçerken seni düşünmüştüm. Gramofon? Sen? Tuhaf işte. Sonra mektubun çıkageldi. Zarfın üstündeki yazıdan önce, kalınlığından anladım senin olduğunu. Bir şeyler söylesene Alev! Hep söylesene… Ama nasıl söyleyebilirsin ki… Bir ay sonra mı? Çok geç. Ben bugün istiyorum söylemeni. Kirliyim, soğuğum; sanki bir ölüden ödünç almışım kendimi. Cebimde biraz bozuk, biraz da kâğıt para var. Saat “bilmem ki ne yapsam”ı gösteriyor tam. O kızı almaya çıkacağım. O kız her yerde vardır biraz. Yeniköy’de bir koruluğa karşı, aşı boyalı bir evde oturuyordur. Bir yaz sofrasında elini domatese uzatıyordur belki de. Belki de Yeşilköy’de bir yunus balığının karnındadır. Samatya’daki çan kulesine de saklanmış olabilir. Olsa olsa gömlek ütülüyordur bir kolacı dükkânında. Bence Mondigliani biçimi bir boyundur, dünyaya sarkan upuzun. Sıcak. “Acıyı yaşamayanlarda kişilik olmaz” demiş bir ozan. 21 Temmuz. İyimserim. Avuçlarım terliyor. Kararsızım. Dışımda bir uğultu. Ne yapsam? Banka mı soysam, Spor Toto mu oynasam, Milli Piyango bileti mi alsam? Ne yapsam da bir yerlerden para bulup yanına gelsem? Kapını çalsam. Kapıyı açsan. Dursam. Dursan. İçeri girsem. Kapıyı kapasan. Kapasan, kapasan, kapasan! Senden başka hiçbir şey göremez olsam. Şaşkın, anlamsız, kalakalsam öyle. “Ya da hep kar yağıyor da düşünmesi siyahtan” Ben, içimde yağ lekesi gibi büyüyen hüznü çıkardım bu kutlamadan. Ve aklımda kocaman bir kelime: TEMMUZ. “Gül dönüyor avucumda” Saçların gene öyle mi? Ya sesin? Yaz ALEVCİ yaz”
-Seviyorum, kırıla kırıla…-
Bu kitapta bir kadını beklerken ödül törenine gitmeyişi, Ankara’da huzur araması Turgut Uyar, Tomris Uyar, biraz Aliye Berger, biraz Cemal Süreya biraz Halikarnas Balıkçısı ama en çok yalın hali ile bir duru sevgi içinde çaresizlik yumağı bulacaksınız.
Ve sevmiyorsanız sevecek, seviyorsanız daha iyi anlayacaksınız, Edip Cansever’i.
Anlayabildiğim kadarı ile selam olsun “BEYAZ ÇOCUK!”
Chopin’ciyim ama senin büyük aşkın için Bach dinlemek, sevgiye saygı duyan herkesin borcudur. Mavili akşamlara selam olsun!
Mavinin en çok yakıştığı, Edip Cansever…
Işıklar içinde kal!
Kahverengi değil BEMBEYAZ!
Yorum Yazın