Tarih 31 Temmuz 1932. Belçika’nın Liege kenti yakınlarındaki küçük SPA kasabasındayız. Adını Latince “Salus Per Aqua” yani “su ile sağlık” anlamındaki sözcükten alan ve kaplıcalarıyla ünlü olan kasaba, tarihi bir gece yaşamaya hazırlanıyor. “Dünya Güzellik Kraliçeliği” yarışması, az sonra burada yapılacak.
Belçika’nın o bölgesinde yaşayan Valon’lar, kasabanın sokaklarında kalabalık gruplar halinde dolaşıyor ve kasabalarındaki çeşmelerin birer “güzellik çeşmesi” olduğuna inanıyorlar.
O kadar büyük şehir dururken, Dünya Güzellik Kraliçeliği yarışmasının kendi küçük kasabalarında yapılmasının nedeninin de bu olduğunu söylüyorlar.
SPA kasabasının ana caddesi gitgide kalabalıklaşıyor. Yakınlardaki Brüksel ve Liege gibi Belçika şehirlerinden başka, bu gece özel olarak bu küçük kasabaya gelmiş Alman, Fransız, İngiliz ve hatta Amerikalı ziyaretçiler, aceleyle yürüyüp, caddenin sonundaki zarif tiyatro binasına doğru ilerliyorlar.
Rokoko tarzında yapılmış iki katlı tiyatro hıncahınç dolu. En şık elbiselerini giymiş seyirciler, heyecan içinde sahneye bakıyor. O gece için özel olarak getirilmiş Belçika Kraliyet Orkestrası valsler çalıyor. Herkes heyecanla bekliyor…
O da heyecanla bekliyor. Sahnenin hemen arkasındaki küçük odada, bordo renkli bir kadifeyle kaplı sandalyeye oturmuş, heyecanla bekliyor. Tek başına. Yanında kimse yok. Elindeki bardaktan birkaç yudum su daha içiyor. Annesinin verdiği beyaz ipek mendille, yavaşça alnını siliyor. Annesini, şimdi uzaklarda kalmış ülkesini, arkadaşlarını düşünüyor. Kalbi çarpıyor. Hüzünleniyor. Gözyaşları aktı akacak.
İyice aydınlatılmış aynada kendine bakıyor. Simsiyah ve ışıltılı dalgalı saçlarına, fildişi rengi alnına, Kafkaslardaki Çerkez atalarından aldığı biçimli burnuna, çıkık elmacık kemiklerine, zarif bir gamzeyle süslenmiş çenesine, antik tapınaklardaki sütunlara benzeyen uzun boynuna bakıyor.
Gözlerine bakıyor sonra. Karanlık kahverengi gözlerine bakıyor. Uzun kirpiklerin çevrelediği gözlerindeki ışıltıları görüyor. Annesinin dediği gibi, “gözlerinin içinde binlerce görülmeyen mum yanıyor” sanki.
On dokuz yaşının olanca güzelliğini taşıyan yüzüne son bir kez daha bakıyor ve yine heyecanla beklemeye başlıyor.
Kapıya yavaşça vuruluyor. İçeriye giren görevli, onu sahneye davet ediyor. Derin bir nefes alıp ayağa kalkıyor. Görevlinin ardında hızlı adımlarla kulisi geçip sahnedeki yerini alıyor. Kendisinden önce çıkmış bulunan Almanya Güzeli’ni selamlıyor ve onun yanında duruyor. Orkestra müziği kesiyor. Sahnenin sağındaki uzun masada oturmuş olan jüri üyeleri, kendi aralarında son bir kez fısıldaşıyor.
Sonra jüri başkanı, elindeki kırmızı mühürlü zarfı sunucuya uzatıyor. Sunucu, ağır hareketlerle zarfı açıp, içindeki kağıda bir göz atıyor. Adam sanki şaşırmış gibi geliyor ona. Kalbi çarpıyor. Giydiği kırmızı tuvaletin yakasına, ülkesinin bayrağını hatırlatsın diye son anda takıverdiği beyaz kurdeleyle oynuyor. Karanlıkta sessizce bekleyen kalabalığa bakmamaya çalışıyor. Gülümsemek istiyor ama yapamıyor. Öylece duruyor. Kımıltısız ve sessiz…
Sanki saatler geçiyor. Sunucu yavaşça mikrofona eğiliyor. Jürinin kağıdı elinde. Sonra yüksek bir sesle iki kelime söylüyor. “Bayan Türkiye”.
Sunucunun ağzından çıkan “Miss Turkey” kelimeleri kulaklarında bir Mehter davulu gibi uğulduyor. Ağlamak istiyor. Yerinde zıplamak, sahnede fırdolayı koşmak, gülmek, etrafında kim varsa hepsinin boynuna sarılmak, herkesi öpmek istiyor.
Hiçbirini yapmıyor. Ağlamıyor, gülmüyor, içinde kopan sevinç fırtınasını dışarıya vurmuyor. Mikrofona yaklaşıyor ve o güzelim boynunu öne eğip, “teşekkürler” diyor. “Mercy”. Hepsi bu kadar işte.
Sonra bütün salon ayağa kalkıyor. Yüzlerce kişi onu ayakta alkışlayıp “Türkiye, Türkiye” diye bağırıyor. Zarif bir reveransla cevap veriyor onlara. Sahneye getirilen bir koltuğa oturtuyorlar onu. Başına bir taç takılıyor.
Beyaz altından yapılmış, mor safir, granat ve tanzenit taşlarıyla süslenmiş bir taç bu. Taç fazla ilgisini çekmiyor. Şu anda sadece ülkesine dönmek, İstanbul’a kavuşmak ve ailesiyle birlikte yaşadığı Üsküdar’da, her sabah dinlediği kumru seslerini duymak istiyor artık…
İlk “Dünya Güzelimiz” Keriman Halis Ece’nin o anda neler hissetmiş olabileceğini işte böyle geçiriyorum aklımdan.
Keriman Halis, 31 Temmuz 1932’de Dünya Güzeli seçildiğinde, sonuç çok şaşırtıcı bulunmuştu. Avrupalılar, Türkiye’den bir dünya güzellik kraliçesi çıkmasına şaşırmışlardı.
Şaşırmışlardı çünkü dünyanın ilk güzellik yarışmasının Türkiye’de yapılmış olduğunu bilmiyorlardı. Milattan Önce 2 bin yılında bugünkü Kaz dağları eteklerinde dünyanın ilk güzellik yarışmasının yapıldığını, Eris, Hera, Athena ve Afrodit adlı dört güzeller güzeli kadının bu yarışmaya katıldığını, Afrodit’in bu yarışmayı kazandığını ve tüm bunların sonunda Troya savaşlarının çıktığını bilmiyorlardı.
Ben, “Dünya Güzeli” bir kadına, Keriman Halis Ece’ye bir “güzelleme” yazdım. Onun güzel anısına bir hürmet nişanesiydi bu.
Yoksa hepimiz biliyoruz ki, yeryüzündeki tüm kadınlar güzeldir ve bu güzelliklerinin resmen tescil edilmesine gerek de yoktur…
Rus yayılmasına karşı Kafkasya Çerkesleri 1830-64 yılları boyunca bağımsız kalma savaşı verdiler. Bu uzun savaştan Rusya galip çıkınca, kadim yurtlarından Osmanlı’ya göçtüler. Boşnaklar da öyle, Pomaklar da öyle, Tatarlar da öyle, Nogaylar da öyle. Diğerleri de. Küçülen Osmanlı, dışarıda kalan Müslümanların dalgalar halinde akışını İstanbul’da, Anadolu’da iskan etti. Bugün bile pek çoğumuz, büyüklerden anlayıp da konuşamadığımız o dillerin, gitmediğimiz o yörenin bakiyesi olduğumuzu biliriz. Keriman Halis’de öyle. Türk Güzelliğini temsilen katıldığı yarışma sonrasında bir söyleşide kendisinin Çerkes olduğunu söyleyince bütün büyü bozuluverir. Göklere çıkarılan bir günde unutulur ama, güzelliği baki kalır. Diyeceğim, o yıllarda Türkiye’deki yarışmaları düzenleyen Cumhuriyet Gazetesi ve yazarı Hikmet Feridun Es, güzelliğe övgüyü Türklükle özdeşleşmişti. Bugün de bile, her vatandaşın bir yönüyle kendi kimliğini de temsil ettiğini hazmedemedik hala.