LATİFE TEKİN
Sabancı Üniversitesi,Temel Geliştirme Direktörlüğü, Latife Tekin Sempozyomu’nu, Karaköy Minerva Palas’da, birbirinden değerli konuşmacılar ve İstanbul’da ki birçok etkinlik ve 25 Kasım, Uluslararası Kadına Şiddet, çatısı altında güvenlik önlemlerine rağmen kültür binasını sabahın erken saatlerinden itibaren dolup taşıran Edebiyat düşkünü ve Latife Tekin severler, ya da bir okur-yazar çetesi olarak doldurdu, taşırdı. Akşam saatlerine kadar birbirinden güzel ve doyumlu geçen sempozyumda, bu kez --yaşarken onurlandırılma- şansına erişen Yazar, Latife Tekin’e ait.
Bu enfes ve tadı damağımızda kalan programda emeği geçen ve henüz kapıdan içeri girerken güler yüzleri ile harika bir ev sahipliği yapan başta; Erhan Kıvanç, Burcu Şahin ve Deniz Gündoğan İbrişim’e, teşekkürlerimi bir borç bilirim.
Bir yıl önce yayımlanan kitabı, Zamansız, gibi zamanın ötelerinden bizi geçmiş ve gelecek köprüsünden geçirerek; yeniden düşünce kazanında karıştıran, kızınca, “Bilgeliğin, sapıtma hali” olarak tanımladığı, -küfür- meselesini, kendi kendisini ortaya koyma hali, her daim “doğal” olmanın zenginliğini taşımakta. Tüm ataerkillik arasında küfürün yakıştığı hal aşkın ve tutkunun yakıştığı gibi yakışmakta. Hepsi birbirini bütünleyen bir sarmal ağı.
Bu sunuşun içinde yer alan ve her nitelikli yazar gibi kendine has yorumu, akışı, işleyişi ve kendi kendinin yaratıcılığı arasında, adeta okuyucusunu büyüleyen ve insanı, kendine hayran bırakan bir niteliği ortaya koymakta.
Bu kadar yoğun ve üstelikte 25 Kasım, Uluslararası Kadına Şiddet temalı etkinliklerin oldukça yoğun olduğu bir günde; günün güneşini ısıtan, Yazar Latife Tekin’in, düş dünyası üzerinden var ettiklerinin aksi; öncelikle akademisyen bilinci ile sunulsa da, Latife Tekin, kendi kıyısı, kendi yamacı etrafına topladığı, gerçek müritleri ile gayet dokunaklı, gayet aklı başında ve gayet tutarlı, bir üslup içinde tavrı; kendinin her okuyucusunda; yine yine yeniden olarak; mütemadiyen doğurması gibi çoğaltmakta. Kadın, varlığının bilincini, şefkatli bir ana gibi dünyanın fakir yolcularının; üç noktalı …, pankartlarının sınırında gezdirirken, onu ifade edebilmeye çalışan Edebiyatçıların hem eğlenip, hem öğrendikleri bir yazar olması, Latife Tekin’in, her hali ile önce kendisi ile “barışık” bir insan varlığını içinde yaşattığının, ciddi olarak gerçek bir göstergesi olması.
Yoksa kendini sevmeyi bilmeyen başta doğayı nasıl sevsin. Ya da açarsak, kendi doğasını tanıyamamış olanın, gerçek varlığını ortaya çıkarabilmesi mümkün mü? Elbette değil. O yüzden kendi adıma da yazın serüvenine başladığımda keşfetmiş olduğum ve her zorlukta hep kendime anımsatmadan bilinçaltımdan fışkırıveren, kendi kendime keşfettiğim ve söylediğim –Acı, yazdırır- sözümün, hep bir tezahürü. Bir insanı ne beslerden çok bir yazarı ne besler? Hep söylüyorum, ne tür bir cesaret yükü ile oldukça zor bir süreçte büyük bir çaba ile ortaya koymaya çalıştığım roman denemem sonrası İzmir’de bir yerel TV Programına konuk olduğumda, ilk kez gördükleri bir yazar adayına sordukları soru beni gülümsetmişti. Güldürmüştü de ekranda gülümsedim.
-Nasıl yazıyorsunuz, diye soruduğunda…
-Ben, anne değilim hiç çocuğum çok sevmeme ve istememe rağmen olmadı ama tüm annelik duygularına haizim. O yüzden basit bir dille yazma durumunu anlatabilmek biraz bu, bana göre. Yani hamilesiniz ve doğurmazsanız, hem siz, hem bebek ölecek.-
Yazmak, bir yazar için gerçek bir varoluş hikayesidir. Kendi kendinin peşinde kah gölgesi, kah dili, kah düşün dünyası ile düşüp kalkabilen. O yüzden bu yaşıma ve buraya kadar ki hayat yolculuğuma kadar süreçte öğrendiğim tek şey, Acı Yazdırır! Yani bu ya sizin ya sezgi ve empati derinliğiniz yüksekse başkalarının acılarıdır. O yüzden bir gün başka bir noktada olsanız bile siz oradan geçmiş, o yolun tozunu iyi almışsınızdır. Duygu, işte bu kadar yüce. Bu kadar insani ve medeni, insanı yükselten ve büyüten, besleyen bir olgudur.
BİLGELİĞİN SAPITMA HALİ
Bizim toplumumuzda, sorgulayan ve hayır demeyi becerebilen ama bunun olmaması için kafasının sürekli eğik, gözlerinin sürekli olarak yere baktırılarak; zihnen, fikren ve vicdanen sömürülmeye yüz tutmuş kuşakların ve okuyucusunun bilincinde şifresi çözülmekte.
Bu haliyle, “okuyucu”; yer yer kendini bulduğu ya da bulmaya aday olduğu kelimeler imparatorluğunun, yegâne Kraliçesi olarak önce okuyucu olarak kurduğu güçlü bağ, bu raydan çıkıp geniş bir çeşitlilik yelpazesi üzerinden şakımakta. O, Latife Tekin.
Birlikte hazırladıkları biyografisinde, yazarı Pelin Özer; aslında kitaptan daha çok, Latife Tekin’in, özünde doğa ile bütünlüğünü, doğaya saygısının, çocukluğunda yaşadığı yoksunluk terazisinin içinden damıtarak; özün, özden yansımalarını anlatmasında ki hafiflik; tıpkı söyleşi sırasında, Özer’in, ifade ettiği gibi: Bu bir “Usta-Çırak” öyküsü başlığı gibi sığ kalmamalı, olarak yorumladı. Çünkü esas olan Dostluk ve Yaratıcılık. “Gece Dersleri”nde ifade ettiği, her zorlukta tıpkı bir anne kucağının şefkatine sığınmış olmanın lüksü; duygusunu, olayı hiçbir zaman küçültmeden, amatör ruh ile aksine okuyucuyu büyültmeye zorlayan bir akıcılık sunuşunda yatmakta, diye düşünüyorum.
Sabah başlayıp, akşama kadar süren söyleşiler bütünlüğünde esas olanın aslında, “Kendimiz kalmak” olgusunun iyice sunulmuş olma ihtimalini, okuyucu ile yüzleştirmesinde yatıyor.
Konuşmacılardan, Mehmet Mahsum Oral, “Latife Tekin’i, yorumlamak değil de “sayıklamak” olarak nitelendirirken; yazarın hem okuyucuyu, hem yazar adayları içinde “vazgeçmemenin” gerçeğini sunmakta. Elbette “yazmak/yazabilmek” ciddi bir amaç skalası. Hangi rengi beğendiğinizden çok, bu renkleri, hangi gökyüzü çarşafına serebileceğiniz, önemli bir etkendir.
Gonca Özmen’in ifade ettiği gibi “Sessizlik” akışını, sessiz bir eylem ile başlatmayı, tercih etmiş olan Özmen’in, elinde tuttuğu bembeyaz bir sayfa ve lâl olmuş dili ile birkaç dakika arasında geçiveren, o büyük sessiz yankının, uçurumlarını ve kişinin itiraz ve beklenti noktasında “yüzleşmelerine” ayna tutması gibi biraz da.
Herkese “dokunabilmeyi” başarabilen Latife Tekin’in kendisinin de ifade etmiş olduğu gibi -bir gün bu dünyadan ayrılmış olsa gözünün arkada kalacağı, tek şey, yeterince -yoksun olmanın -anlatılamadığı, esas yapılması gerekenlerin yeterli gelmediği, düşüncesinin altında yatan derinlik. Fakir ve muhafazakar bir ailede, büyümüş olsa da; Mine Söğüt’ün ifadesinde olduğu gibi Tekin’in, kendisine “Kalbim” diye hitap ederken, bir kaplumbağa’ya da, yüreğinin sıcaklığını sadece kendisinin değil etrafında ki herkese hissettirebilmeyi bilen, büyücü bir kaleme sahip, Latife Tekin.
Ve o kalemi yazdırabilen ellerin yüreğinin insanlığı ile Latife Tekin.
Yoksa büyük bir doygunluk gölgesinin ardında, sessiz bir dil ile çoğalttığı, o muhteşem sözler, nereden beslenmiş olabilirdi? Bir bozkırın ya da adı duyulmamış bir dağın ardında ki kardelen yahut bir gelincik olmasa.
“Ben, insanların içinde var olanı çıkarabilmesini, diliyorum. Zor bir hayatım oldu ama şanslıydım, bugün oldukça sevilen bir yazarım. Ama herkesin bilhassa fakir olanların da bu şansı bulması lazım. Üretebilme ve kendini gerçekleştirebilmenin doyumu.”
Ve Gümüşlük Akademisinde, Göl, konulu yarışma, seçici kurul/jüriden olan yayıncı, yazar Sylvain Cavailles’ın; “Biz de yazsak mı?” düşüncesi ile yazdığı ve önce Türkçe sonra Fransızca ve ardından İspanyolca olarak kendi yazdığı şiirini ayakta okuması, günün finalinde, büyünün gizemini arttırdı.
Günün tacıydı.
Akıcı, büyüleyici ve herkese, o gölün etrafından yayılan bir rüzgarın etkisi ile dokunabilen…
Ama tıpkı, Bilge Karasu Günleri’nde, yaptığı sürpriz gibi, kısacık bir sürece Fransızca diline yaptığı çeviri ile “Zamansız”ın dünya yolculuğunun müjdesini de verdi.
Finalde, ayakta alkışlanan tüm programın akışındaki içtenlik, herkesin birbiri ile kurabildiği sıcak ilişkiler, doğru samimiyetin, Edebiyat dünyasında, olmazsa olmazlarından ve sesi çıkmayanlarında sesini yükseltebilecekleri, açıkça konuşabilecekleri, gerçek bir gökkuşağı temsili ve sinyaliydi.
Belki de en çok Gonca Özmen’in anlatımında olduğu gibi “Yapmayın, denileni yapma eylemini sürekli devam ettiren”, Latife Tekin, hâla örnek aldığımız öncümüz.
Gerçi sabah son kitabını imzalatırken ve kahvesini henüz içememişken, beni kırmayarak araya aldığı ama kaçınılmaz, başkalarına da çoğaltarak sebep olduğum gibi orada kendisine “ Ben, cin kulaklı saplantılı bir gelincik” derken, gülümseyen gözlerine bakarken ifade ettiğim, burçtaşım, deyişimde gizli belki birazda.
Yani bu oğlak burçları bir başka oluyor, vesselam. Bkz. Bilge Karasu, Latife Tekin, J.J.R Tolkien.
Yoksa konuşmalar sırasında, kendi sırası gelene kadar yanımda ilk defa bilgisayarı ile etkinlikte konuşma yapacağı için bir takım düzeltmeler yaparak çalışan Özlem Öğüt Yazıcıoğlu’nun, “Muinar ve Zamansız’da Şaman, Zaman, Mekân ve Hikâye” başlıklı konuşması sırasında söz ettiği- Sharen Stone ile Nefertiti- arasında dediği gibi bayağı geniş bir yelpazeyi kuracak hayal gücü Latife Tekin düşün dünyasında nasıl olurdu.
İşin magazin kısmı bir yana yine kendime yakın hissettiğimden bahsettim yoksa bu sempozyumda en çok da herkesi kucaklayabilen, herkese dokunabilen ve kapanış konuşmasında ifade ettiği gibi:
“İnsan, ünlü olur, olunca ne yapar? Dert edindiklerinizi söyleyebilme gücünüz artar çünkü. Bunu sürdürmeye devam edeceğim. Gençken, söyleşi yapacağım zamanlarda tehdit ederlerdi, insan söyleyebilmeli.”
Dolayısı ile bahçesindeki çiçekle ya da kaplumbağa ile konuşabilen bir birey, kadın, yazar ve insan olmanın erdemi, içindeki derin seziş dünyasından yayılan tütsünün kokusunun deminden yayılmaz mı?
Vaftiz töreni midir, her söylem ya da bir adak mıdır, yerine ulaşmasını, yerinde olmasını istediğimiz. Ve istediklerimiz tüm iyi işler için uğraşlarımız.
Tekin ama çoğul bir sempozyumun, her dakikası hakiki edebiyat ile perçinlenerek doyumlanılmış. En şahanesi –yaşarken-birlikte soluma imkanımız olan ve ne kadar şanslı olduğumuzu hissettiren olağan üstü bu Edebiyat Günü için vesile olan herkese sonsuz şükranla…
EMEL SEÇEN
Yorum Yazın