Cem Karaca, “Cem Karaca’nın Gözyaşları” filmine kadar kaç kişi, birde Muhtar olarak ilk ismi olduğunu biliyordu. Ya da 1 Mayıs marşının güfte ve bestesini (Sarper Özhan), her 1 Mayıs tarihlerinde onurla söylerken, bu marş için kendi dâhil ailesinden kaç kişinin bedel ödediğini.
Sanatçı bir ailede büyümüş, bilhassa babasının itirazlarına rağmen müzik yapıp “Halkın Sesi” olmayı, seçmiş. Sadece “Cem Karaca’nın Gözyaşları” filminin, finalinde söylediği gibi “Ben, vatanımı sevmek ve iyiyi istemekten, paylaşmaktan başka” ne yaptım?
Müthiş kadroda babası, sanatkâr Mehmet Beyi, Fikret Kuşkan canlandırıyor ve bana kalırsa, Babam ve Oğlum, filminden sonra olgunlaşan hali ile en iyi performansı.
Annesi Toto Karaca’yı, benim hep hayranlıkla izlediğim, sanatsal yaşamı süresince özellikle yeni yeni parlamaya başladığı Deve Kuşu Kabare ekibinde, İnce İnce Yasemince’ye kadar hakkını yeterince alamadığını düşündüğüm, yılların Yasemin Yalçın’ı, ne büyük bir oyunculuk sunuyor. Ve belki de bu film vesilesi ile birçok kadın tiyatro sanatçımız canlandırıldı, adlarına ödüller verildi (Afife Jale, Bedia Muvahhit, Cahide Sonku) ama kimse Toto Karaca’yı düşünmedi. Dilerim, o da oğlu gibi hatırlatılır. Küçük bir rolü olsa da sevgili Meral Çetinkaya ise Rose rolü ile karşımızda.
Ve İsmail Hacıoğlu, bence sanatsal kariyerinin en zor ama zoru başarmış, Muhtar Cem Karaca, karakteri ile karşımızda. Fiziksel benzerliğini, kostüm, zamansal aktarım ve elbette sesi ile ton oynamaları, oyunculuk dışı mimikleri ile bir efsaneliğe, haklı imza atıyor.
Henüz ilkokul müsameresinde, hepimizi çocukluğuna götürecek marşı okurken, sanatçı annesinin kendisini opera sanatçısı olmasını beklerken, yine sanatçı babasının, diplomat olması hayali arasında sıkışan, menejit teşhisi ile yataklara düştükten sonra tek hayali müzik yapma tutkusu, ergenliği, dönemin tarzına karşı gelen ve bir evin bir oğlu olmasının ağır yükümlülükleri arasında sıkışmış Cem’in aşkı bulduğu sanıp, aldanışı. Babasının büyümesi için adam tutarak konser verdiği sırada yuhalatması keza ailesinden gizli evlenip geldiğinde, yine babasının kendi oğlunu askere alınması için ihbar etmesi. Bir dolu hayatsal sağanak altında, menenjitten kaynaklı maraza bırakacak olan hastalığın siniri mi yoksa bu dünyaya, kendi hayal dünyası ile örtüşmeyen geçişler mi bilinmez.
Tamirci çırağı ile konserlerde iken biricik oğlu Emrah’ın doğumu gerçekleşirken. Müzikal kariyerinde Moğollar ile kesişen yollarında, yeni evliyken “Emek” adlı balıkçı motoru ile eşi Feride çok sevdiği için balık saatini kaçırmak istemezken, acil beste yapması için kaptan köşküne, Moğollar üyeleri tarafından kilitlenen ve orada “Namus Belasını” yazıp, besteleyen. Keza askere gittiğinde gerçekten sevdiğine inandığı ama zora gelince bırakıp giden, iki yıllık askerlik sürecinin belki birkaç gününde evli kalmış olduğu filmde Esma olarak bahsi geçen eşinden mektup beklerken; ve ne ailesinden, ne de ondan gelmeyen mektuplara, saatli maarif takviminin yapraklarına sığınıp, kendisini Altın Mikrofon Yarışması birinciliğine taşıyacak olan Erzurumlu Dadaloğlu eserlerinden, yaşamı boyunca Anadolu Rock’nın, yansımasını iliklerimize kadar hissettirirken, elli dokuz yıllık, yaşamı içerisinde bedellerini ağır ödediği.
Darbeler, kurşunlanan konserler, yasaklanan eserler ve nihayetinde tüm mal varlıklarına el konulan, üstüne de vatandaşlıktan çıkarılan.
Kendisinin deyimi ile hakkında birkaç dava ve “Dört yüz yıl, Allah’ın vermediği ömür benden istiyorlar” diyecek kadar yalın, samimi ve sadece hep yüreği ağzında, güzel bir baba, iyi bir vatansever ve tutkulu bir âşık Muhtar Cem Karaca’yı, hâlâ tanıyamamış ya da yanlış/eksik tanımış olanlar için çok güzel bir fırsat niteliğinde, kendisinin “Resimdeki Gözyaşları” eserinden bildiğimiz ve biyografisine konu başlığı temsil eden “Cem Karaca’nın Gözyaşları” filminin senaryosunda da katkısı olan, aynı zamanda yönetmen koltuğunda, Yüksel Aksu, öyle güzel, öyle şahane bir iş çıkarmış ki.
İki saat nasıl geçti anlamadım, keşke biraz daha devam etse dediğim noktasında, Kalan Müzik’inde katkılarının olduğu, dönemsel olarak Türkiye tarihinin, siyasi ve sanatsal anlamda geçişini, hiç kafaları bulandırmadan çok sade bir dil ve muhteşem oyunculuklarla tamamlamış olması, ayakta alkışı hak ettirtiyor.
Böylelikle belki de bu tür filmler; bizim ülkemizin makûs kaderidir. Ya da nasırlaşmış bir tercihtir, yaşarken yaşayanın kıymetini bilememek. Bu tür biyografiler, Anadolu topraklarımızda neleri yeşertip, büyütmüşüz ve onlar, neleri amaç edinmişler geleceğe iz ve yol gösterebilmek adına bu son derece kıymetli. Bilhassa bu konuda fayda sağlayacağı şüphe götürmez.
19 Ocak tarihinde basın ön gösteriminde izleme imkânı bulduğumuz ve epeydir beklediğimiz film bittiğinde; istisnasız hepimizin boğazında düğüm, kiminin dolmuş gözleri, kimin akan yaşları, elleri alkışlarken, yüreklerimizdeki burukluk, güzel bir insanın hâlâ kendisini anlatıyor olmasıydı.
Cem, adeta bir alev topu.
Cem’in ateşi hâlâ yanmaya ve etrafını aydınlatmaya devam ediyor. Ve ortalama bir film için uzun sayılabilecek bir zaman süresini bizi hiç sıkmadan, zevkle ekrana kitleyecek adeta kutsal bir manevi haz tattırarak, kendi yaşamının aktarımını onu temsili olarak nefes veren İsmail Hacıoğlu’nun kanatlarından yeniden yükseltiyor olması, bize pek çok bakımından olumlu izler bıraktığı ve bırakacağının altını keskin bir şekilde çizmektedir.
Erken rahatsızlanan gözlerini, gözlük takmak istemezken annesinin şefkati ile şapkayı ise babasının artık olgunlaştın, anlamında taktırması ile başlayan süreci aslında Cem Karaca’nın çok sevdiği halkının karşısına çıkarken ki imajını çizecektir.
Artık “Cem Karaca fotoğrafı” gördüğümde, sadece ona bakamayacağım.
Dervişin hırka misali.
Gözlük çerçeveleri içine sıkışmamış, bir sanatçı ve aydın, sevgi ve merhametli dolu bir anne ile.
Bir Şapkanın içini dolduracak kafaya sahip olabilmenin, önce kendi toprağını bilmek olduğunu hatırlatan;
İki güzel sanatçı Mehmet & Toto birlikteliğinden dünyaya gelerek topluma armağan olmuş Muhtar Cem Karaca’nın varlığından; farklı kültürlerde olsak da özümüzde insan olabildiğimiz sürece bir gün ölsek bile aslında ölümsüzlüğümüzü yaşarken ektiğimizi hatırlatacak.
Ne mutlu onlara…
Ne mutlu güzel insanlara…
Anadolu böyle vergin, böyle paylaşımcı.
Yeter ki farkında olalım. Ve koruyalım.
Saygıyla ve Işıkla.
İyi ki seni yaşarken doğru tanıyabilmişiz, Cem Karaca.
İşçisin, işçi değil hep öyle, hep güzel, hep olduğun gibi kal.
Biz, seni hep güzel sevdik.
Şimdi daha da güzel seveceğiz.
EMEL SEÇEN
ne güzel yazı severek okudum.