İsrail, 1978 ve 1982 yıllarında yine Lübnan’a girmiş ve özellikle 1990 lı yıllarda birinin adı “Gazap Üzümleri” olan iki seri müdahale ile Hizbullah saldırılarını durdurmak için ülkenin Güneyine karargâh kurmuştu. 2000 ve 2006 arasında geçen 6 yılda Hizbullah’ın İsrail’e karşı sürekli olarak yaptığı sınır aşırı saldırılar hafifleyince 2000 de İsrail Güney Lübnan’dan çıkmış, ancak sürekli çatışma hali 2006 nın savaşı Eylül ayına kadar sürmüştü. Sonrasında geride bıraktığı istihbarat birimleri ile dar tampon bölge dışında, İsrail tüm birliklerini Lübnan’dan çekmiş ve deniz ablukasını da kaldırmıştı. Bölgede Hizbullah’ı silahsızlandırmak için konuşlanan UNIFIL dönemini de hatırlarsınız. Dolayısı ile Güney Lübnan ve Cebel’de İsrail Birliklerini görmek dünya için yeni değil. Ancak şimdi yeni göç ve iltica dalgaları ile durum giderek daha endişe verici hale geldi. Bu her iki ülke halkı ve bölge için tekrarlanan bir insani dram. UNIFIL içinse tam bir başarısızlık.
“Alea iacta est” yani Ok Yaydan Çıktı (mı?)
İki haftadan beri İsrail ülkenin Kuzeyinde bulunan yerleşim yerlerinin ve Golan tepelerinin güvenliği için sınır aşırı bir harekâta başlayıp Litani Nehrini aşarak bir kez daha Güney Lübnan’a girince artık acaba bunun geri dönüşü olur mu diye düşünmeye başlandı. İsrail önümüzdeki bir 6-7 sene daha Lübnan topraklarında kalabilir. UNIFIL ne yapar? Hiçbir şey. Hizbullah dışında yerli halkla birlikler arasında sorun çıkmadığı sürece, buna kimsenin itirazı da olmaz. Üstelik Güney Lübnan’da karargâh kurarak, İsrail Akdeniz’deki tartışmalı deniz sınırı ve bu deniz sınırı içinde kaldığı için hala tartışmalı olan doğal gaz kuyularını da denetleyebilir. Mikati hükumeti ile uzlaşırsa bu kuyulardaki doğal gazı çıkarıp Lübnan ile paylaşabilir. Güvenlik konusu bir yana bu nedenle de galiba bu defa ok gerçekten yaydan çıktı. Orta Doğu’ya tarihin gerdiği kara gölge, geri dönüşün zorlaştığı son durumda galiba. “Alea iacta es” veya “Rubicon’u geçmek” deyimleri buna en uygun ifade. Bu ifadeyi, bilindiği gibi Jul Sezar’ın, Roma ile arasındaki anlaşmayı bozup orduları ile şehrin kuzeyindeki cılız Rubicon (bugünkü adı ile Fiumicino) nehrini geçer geçmez (MÖ 49), artık bir büyük savaşın kaçınılmaz olduğunu anlatmak için söylediği rivayet olunur. Bugün cılız Litani nehrini geçen İsrail birlikleri havadan Beyrut’un güneyi dâhil her yeri hallaç pamuğu gibi attırıyor. Ama 1 Ekim’den bu yana bir “vurdu, vurdu, vuruldu” görünümü, İsrail’in hava üstünlüğüne rağmen sürüyorsa, Hizbullah’ın da gücü tartışılamıyor. İran’ın Hizbullah’a silah ikmali bunca denetime rağmen nasıl engelleyemiyor? Bu da belli değil. Lübnan ordusunun kenara çekilip gümbürtüyü seyretmesi akıllı bir tercih. Barış Gücü zaten kapasitesiz ve atıl. Ama yaydan çıkan ok, esas olarak İran’ın yeniden İsrail’e füze saldırısı düzenleyerek savaşa fiilen katılıp katılmamasına veya karşılıklı füze teatisinin ne kadar süreceğine bağlı. Uzun süren bölgesel savaşların kesin galibi belli olmuyor. Taraflar can ve mal kaybının mukayesesini yaptıklarıyla kalıyor. 1980-1988 yılları arasındaki İran Irak savaşını hatırlayın. Bu savaş yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne, iki milyon kişinin yaralanmasına, 150 milyar Amerikan Doları maddi hasara, her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açmıştı. Irak'ın zaferi ile başlamış, İran'ın direnmesiyle yıpratma savaşına dönüşmüş ve galibi olmadan bitmişti. Orta Doğu’da böyle sınır ötesi savaş ve çatışmaların hep sonbahar aylarına rastlaması ilginç değil mi?
Kim Kazanır? Kim Kaybeder?
İsrail tarihinin en uzun süren savaşını yaşıyor. Mutlaka hasımlarına karşı stratejik, taktik ve teknolojik üstünlüğe sahip. Jeopolitik gücü dışarıdan ithal ve imzaladığı anlaşmalara bağlı. Ama kendisi de sürekli olarak demografik, ekonomik, toplumsal ve psikolojik yara alıyor. Güney Lübnan’da kalmak işine gelir de, köprüleri bütünü ile atıp, İran ile açık savaşa girmek işine gelmez. İran, meşhedi abartmaları ile salvoya devam. Askeri ve teknolojik gücü var. Ama yıllardır mollaların zulmünden bezmiş İran halkının çözülmesi, gireceği açık savaşa bağlı olabilir. Bu 8 yıl süren İran-Irak savaşına da benzemez. İsrail ile savaş, İran’ın ulusal birliğini korumaz, rejimi yıpratır. Belki tek benzerlik iki tarafın da birbirlerini karşılıklı bombalaması ile sınırlı kalır. ABD deki siyasi atmosfer artık ülke dışına daha fazla asker göndermeye müsait değil. Fransa ve İngiltere bölge ile olan geçmiş ünsiyetlerinden ötürü Lübnan üzerinden bazı yeni kazanımlar elde edebilir. Ama bir İran-İsrail açık savaşının asıl kazanımını Rusya toplar. Dünya cambaza bakar gibi İran-İsrail dizisini seyrederken Rusya Ukrayna’yı tamamen göçürür. Taliban gücünü Afganistan’da tahkim eder. Bahreyn, Ürdün ve Mısır İsrail’e destek olduğu oranda İsrail kazanırsa, kazanır; kaybederse kaybeder. Ama eğer İngiltere, Hindistan, ABD ve İsrail bir şekilde Hürmüz Boğazında İran’a tehdit oluşturursa İran ciddi kaybeder. Katar, Suudi Arabistan ve BAE tarafsız kaldıkları sürece artan petrol ve doğal gaz fiyatlarından kazanır. İran’dan meydan boşalırsa Suudi Arabistan Yemen’de rakipsiz kalır. Ama bu onun için kazançtan çok kayıp olur. İsrail bir NATO üyesi olan Türkiye’ye saldırmaz, saldıramaz. Ama Türkiye bir İran-İsrail savaşından yeni bir dalga göç aldığı ve yükselen petrol fiyatlarıyla yaralandığı oranda zarar görür. Güney Kıbrıs silah ikmal hattı üzerinde olduğundan dolayı mutlaka kazanır, Doğu Akdeniz’deki kargaşadan da kazançlı çıkar. Geleneksel dış politika ayarına dönmeyip laf yarıştırmakla yetinse bile Türkiye’nin Orta Doğu ticaretinde bir katman daha kaybetmesi ve bölgedeki siyasi itibarını geri kazanamaması ise kaçınılmaz. Ancak bu arada savunma sanayi bazı kazançlar elde ediyorsa, bunu da şahsım devletinin savaş kazanımı olarak değerlendirmek gerek. Bütün bu nedenlerle, şimdi bir “tarafsız” tarafın, İran ve İsrail’i bir çeşit ateşkes masasına oturtması girişimi yerinde olacaktır. Bu Çin mi olur? Çin ve Suudi Arabistan mı? Her ikisinin ortak girişimi ve Katar’ın desteği bölgeye barış umudu olur.
İran ve İsrail için bir Orta Yol Hayal mi?
Ülkelerin kaderi giderek daha fazla kişilik özürlü, kendine meftun, ihtirasları yeteneklerini aşan siyasetçilerin kaprislerine indekslenmiş hale geldi. Etraflarında kümelenmiş şahsi çıkar odaklı kadrolar, yetkin olmayan, kerameti kendinden menkul danışmanlarla, uzun vadeli ve ülke çıkarına amade tasavvurlardan çok liderlerin siyasi bekasını gözeten hesaplar, şimdi şeytan üçgeninde genişleyen bir savaş ihtimalini beslemekte. İki teokratik devlet olan İran ve İsrail’in benzerlikleri aslında farklarından daha çok. Bu nedenle Çin’in İran ve Suudi Arabistan için başlattığı normalleşme sürecini İsrail’e doğru uzatarak genişletme şansını denenmesine bence değer. Ama bu Çin’in niyeti kadar ABD nin Kasım seçimleri sonrasında yaklaşımına bağlı olacaktır. Bir de tabii Çin’in Orta Doğu’ya nüfuzunun Batı’da ne kadar arzu edildiğine. Pek umut yok gibi gözükse bile acaba dini menkıbelere konu olmuş ortak tarihlerinden öte, İran ve İsrail’in güçlü teknolojik donanımı, bilgi ve beceri birikimleri bence ortak bir noktada buluşmalarına veya buluşturulmalarına vesile olur mu?
Yorum Yazın