“Anlatmayı seviyorum. Bu belki de duygularımı birileriyle paylaşmak ihtiyacından doğuyor. Yaşadıklarımı, duyduklarımı, özlemlerimi paylaşmak; onları, sadece bana kalsın diye saklamadan anlatmaya hazırım. Ama dinleyen yok ki. Böyle olunca da en iyisi yazmak. Öyleyse, bir ‘vergi kaçakçısı’ olarak tuttuğum günlüklerimi yazmaya başlıyorum. Anne Frank’ın Hatıra Defteri çok beğenilmiş ve çok okunmuştu. Benim bu mütevazı günlüklerim de günün birinde birçok insan tarafından okunur belki, kim bilir? ‘Bir Vergi Kaçakçısının Hatıra Defteri’ diye afili bir başlık atıp, yazmaya başlıyorum. Hadi hayırlısı bakalım”:
Pazar.
Dört ortaklı blucin işimiz artık kabak tadı verdi. Laleli’deki o merdiven altı dükkanın iki bin dolar kirası, elektriği, suyu, çayı, kahvesi derken batmışız da haberimiz yokmuş. Muhasebecinin maaşını aylardır ödeyemediğimiz için, vergi mergi işlerini soracak yüzümüz de yok. “Du bakalım ne olcek?...”
Çarşamba.
Sabah çaycıdan önce maliyeciler geldi. Ta beş yıl öncesinden vergi borçlarımız çıkmış ve tabii bunlar güzelce de katlanmış. Memura, “nedir bu durumda bizim şansımız kardeşlik?” diye sordum. “Yapacak bir şey kalmamış, ödeyeceksin” deyip, evrakları imzalatıp gitti. “Yedi gün vaktin var” diye de ekledi. Ortakları topladım ve şirketi kapattığımızı bildirdim.
Cuma.
Alacaklılar sıkıştırmaya başladı. Gece geç vakit eve geldiğimde kapıda bir sürü not buluyorum. Değişik isimlerle imzalanmış notlar bunlar ama, nedense hemen hepsinde de “Sen iyi niyetli bir arkadaşsın, tenha bir yerde dostça görüşelim” diye yazıyor. Görüşme yeri olarak da hep Zincirlikuyu Mezarlığı, Salacak sahili, Sütlüce Mezbahası’nın arka sokakları gibi gerçekten “tenha” yerler öneriliyor. Tabii görüşmenin gece yarısı yapılacağı da belirtiliyor.
Pazartesi.
Anlaşılan buraların havası bana pek yaramayacak. Ben bir memleket turuna çıkayım en iyisi. Köydeki akrabalardan beleş yiyeceğim bulgur, tarhana, fasulye, pekmez, pestil falan derken en azından günlük masrafım azalır. Harem’den bir otobüse binip köye gittim. Akrabalar beni İstanbul’da zengin olmuş biliyorlar ya, kahvede içilen bütün çayların parasını bana ödettiler. Sağlık olsun, ne yapalım?
Salı.
Döndüm. İstanbul’dan kaçalı on beş gün olmuş. Bakalım kaybolalı neler olmuş İstanbul’da? Muhasebeci aramış, “yeni dönemde defterleri tasdik ettirmemiz gerekiyor, para verin” demiş. Tabii bizim ortaklar adama para verememişler. Maliyeciler yeniden gelmiş, dükkandaki masayı, sandalyeyi, eski buzdolabını falan yükleyip götürmüşler. Durum kötü…
Perşembe.
Bir zamanlar işlerimiz iyiyken Rusya’da birkaç blucin sattığımız geldi aklıma ansızın. Elimizde birikip kalmış yığınla blucin var. Onları şimdi yine Rusya’da satabiliriz pekala yahu. Rusya’da hala tanıdığımız tüccarlar var nasıl olsa. Hemen “Rukn’ Western” diye bir etiket yaptırıp, blucinlerden birinin kıç cebine diktirdim. Malum, asıl adım Rükneddin ve ben de onu Rüknü diye kısaltıp ticari hayatımda kullanıyorum ya, işte bu “Rukn” da Rüknü’nün iyice kısaltılmışı oluyor. “Western” sözcüğüne ise Ruslar bayılıyor. Vallahi cuk oturdu. Etiketli pantolonun birkaç resmini çekip Rusya’ya gönderdim. Ağzım kulaklarımda. “Aman bunlar nasıl bir akıllar Rükneddin oğlum? Bunlar gün görmemiş bir akıllar ki, Einstein’ın emcekaresi kaç para?” diye bütün gün keyiflendim durdum.
Pazartesi.
İşler bir anda açıldı ve hızlandı. Ruslar pantolonu çok beğenmişler. Oradaki dostlar hemen gelmemi istediler. Borç harç uçak bileti, vize ücretleri ve orada kalacağım otelin parasını denkleştirip, uçağa atlayıp Rusya’ya uçtum. Malı satacak tüccarlarla buluştuk. Şu kadar üretip yolla, şu kadarı senin, bu kadarı bizim falan deyip anlaştık. Eh artık gece de bunu kutladık elbette. Tüccarların yarı zamanlı manken, yarı zamanlı büro elemanı olan sekreterleri de geldi. Sızmışım. “Yılın İhracatçısı Rükneddin” olarak seçilmiş halde gördüm kendimi rüyamda.
Çarşamba.
Sonra işler bir anda bozuldu. Tüccarlar bana feci kazık atmışlar. Pantolon satışıyla kazanmış olduğumu sandığım parayı meğer güzelce lüpletmişler. Arada imza taklidi falan da olmuş. İrikıyım birkaç Rus otele gelip beni sormuşlar. Otel hesabımı kapatıp, bulduğum ilk uçakla İstanbul’a kapağı attım. Oysa ne güzel bir kart bastırmıştım: “International Western’in Yeni Prezidenti ve Rukn’n Western Temsilcisi Mr. Rükneddin Yarmacı…” Hüzünlendim…
Maliye Bakanlığı Emekli Hesap Uzmanı Bülent Soylan’ın yıllardır anlatmaya çalıştığı “vergi konusunu” bir kez daha anlatabilmek için kaleme aldığı “Bir Vergi Kaçakçısının Günlüğü” kitabından tabii epey değiştirerek ve abartarak yazdım bu eğlenceli girişi.
Daha önce yazdığı “Kral Çıplak Halk Çıplak”, “Vergiyi Tabana Refahı Tavana”, “Vergiyi Anlamak” ve “Kayıtdışı” adlı kitaplarında hep vergiyi anlatan Bülent Soylan, bu kitabında da yine yine vergiyi yazıyor.
Romanın başkahramanı, bozuk bir ekonomi ve çarpıtılmış bir vergi ortamında hayatını kazanmaya çalışan Rükneddin adlı bir küçük esnaf. Olaylar ona bir ara işini büyütme, yanında çok sayıda insan çalıştırma ve üretimini yurt dışına satma şansı verse de içinde bulunduğu koşullar kısa zamanda karşısına dikiliyor. Rükneddin bunlarla boğuşurken, bir de bakıyor ki, hiç aklına bile gelmezken, bir “vergi kaçakçısı” oluvermiş…
Bülent Soylan kitabın sonunda, “kendinizi Rükneddin’in yerine koyun ve hükmünüzü öyle verin, o bir kaçakçıysa, o bir yüzsüzse hiç acımayın, yok değil diyorsanız o zaman onu bu duruma düşüren koşulları tartışın etrafınızla…” diyor.
Haksız mı?...
Lemi Özgen Mülkiye’den dönem arkadaşı E. Bankalar Yeminli Murakıbı Bülent Soylan’ın, Bir Vergi Kaçakçısının Hatıra defteri adlı kitabından bir kuple ile ticari hayatın bir köşesinin hali pür melalini aktarıyor. Laleli, Türkiye’nin 1983’den itibaren Kontrollü Kambiyo Rejiminden, serbest rejime geçişle ortaya çıkan ticari inisiyatiftir. Ki, arkasından 1984’de Gider Vergileri Kanunu yerine yürürlüğe giren Katma Değer Vergisi Kanunu’nda bu inisiyatif için özel madde bile vardır: 11/1-b. Kitabın sonunda, vergi kaçakçısını “bu duruma düşüren koşulları tartışın etrafınızla…” önerisine uyarak; Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin 1925’de kaldırdığı Osmanlı’dan müdevver Aşar Vergisi uygulamaları ülkede yaşayan her ailenin hafızasından uzun yıllar silinmemiştir. Bugün bile modern vergi uygulamalarına karşı refleks, o uygulamalardan kaldığını düşündürüyor. Daha ayrıntısı ise, bu konunun dışındadır. • Esas konuya dönersek; Laleli, 1980’li yıllardan itibaren üzerine çöktüğü Sovyet sistemi içinde yaşayan insanların tüketim çeşitliliği talebinden doğmuştur. Laleli, bu talebe, Romanda belirtildiği gibi, o insanların “batılı” marka ürünlere talebine, birebir taklidi ile cevap vermiştir. Bu esneklik büyük bir kazanç kapısı olagelmiştir, iki tarafa da. Tarafın öte yakasını da, 2015’de Nobel edebiyat ödülü verilen Svetlana Aleksiyevich anlatır,. Romanlarında naif insanların hafızaları ile üzerine çöken sistemin ağır bedelini karşılaştırır: Bir sokaktan nerdeyse bila bedel alınanları bir diğer sokakta inanılmaz fiyata satılmasına “biznes” diye anlaşıldığını. Sokağın bu tarafını ben Laleli diye alıyorum. Romanın kahramanı “köylü”, ticaretin her yönünü bilmeden çökmek isterken önce karşı sokakta çökülmüş, arkasından isteği payı alamayan Devlet, uyguladığı resen tarhiyatla son darbeyi indirmiştir.