Bir yıl önce bu günlerde salgının adının pandemi olduğunu öğrendik. Çoğumuz bu sözcüğü ilk kez duyuyorduk. Herkes sözcüğün anlamını kavramaya, başımıza gelenin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ki imdada doktorlar ve bilim insanları yetişti.
Hiç unutmuyorum, pandemi lafının hayatımıza girdiği gün, televizyon başındayım, kanalların birinde şöyle bir sahne yaşanıyor; spiker “hocam, pandeminin tam olarak ne olduğunu açıklar mısınız, bu konuda kafalar biraz karışık” gibisinden bir şeyler söylüyor. Belli ki araştıracak, anlayacak vakit olmamış, yayına girilmiş. Hoca, “efendim bildiğiniz salgın bu, salgın! Dünyada birçok ülkede aynı anda görüldüğünde de buna pandemi denir”.
Böylece tanışmış olduk Corona Virus pandemisiyle.
Pandemiyle karantina, maske, el yıkama, hijyen gibi sözcükler baş köşeye yerleşti.
2020’nin en çok duyduğumuz ve kullandığımız kelimelerin bunlar olduğuna eminim.
Başlarda epey zorlandık. Neden öpüşmemek gerektiğini bir türlü anlamadık. Maskenin önemini kavrayamadık. Evde kalmanın nedeni epey flu kaldı kafamızda.
İlk karantina dönemi sanırım çoğumuza iyi geldi. Evlerimizde daha fazla vakit geçirmeyi, başka işlerle meşgul olmayı öğrendik. Yavaşlamanın nimetleri çabucak kendini gösterdi.
Denizlerde yüzen yunusları görmek, kuş cıvıltılarını işitebilmek, hava kirliliğinin azaldığını görebilmek bizi mutlu etti. Hatta şaşırttı. Demek doğayı biraz rahat bıraktığımızda nasıl da kendini toparlayabiliyormuş, dedik.
Keşfettiğimiz en önemli şeylerden biri de Türkiye’de ne kadar kıymetli doktor, sağlık çalışanı ve bilim insanı olduğu idi. Bunu bu vesileyle keşfetmemiz de ne acıklı aslında.
Ekranlara kilitlenmiştik ama ne dizilerdi bu sefer ne de siyasetti ilgi alanımız. Bilim insanları konuşuyordu, biz de hayran hayran ve merakla onları izliyorduk.
Ekranın gedikli siyasetçilerinin pabucu nasıl da dama atılmıştı. Bir güzel nefes almıştık.
Bilim insanlarının o kibar konuşmaları, birbirlerinden müsaade isteyerek söz almalarını, içi dolu dolu anlayacağımız biçimde neyin ne olduğunu anlatmaları, gerçek bilgiler edinmemiz, bilimsel konularla haşır neşir olduğumuz o günleri özlemiyorum desem yalan olur.
Toplu terapi seansı gibiydi.
Ne zamandır bekleyen dolaplarımızı düzenledik. Ekmek pişirmeyi, yoğurt yapmayı öğendik. Saçımızı başımızı da kendi haline bıraktık. Tek bir tişört-tayt ikilisi nasıl da işimiz gördü. Tonla para verdiğimiz spor salonlarına gitmeden de pekâlâ spor yapılabildiğini gördük.
Sevdiklerimizden uzak kalmıştık ama hayat basitleşmiş, sadeleşmişti.
İnternetin nimetlerinden bol bol yararlandık. İş yerine gitmeden, yollarda saatlerce vakit kaybetmeden evden çalışabilmek şahaneydi. Hayatımıza sosyal medya sohbetleri, zoomlar, webinarlar, online konserler, tiyatrolar girdi.
Birbirimizle ilişkimizi böylece uzaktan da olsa sürdürdük. Müzisyenlerin bomboş sokaklarda çektikleri videolarla, balkonlardan yapılan serenatlarla hem hüzünlendik hem dayanışma ruhumuz canlandı.
Evet, sanki iyi gelmişti.
2-3 aya bitecekti.
Ama bitmedi.
Biteceğe de benzemiyor. Kimine göre 2 yıl, kimine göre 10 yıl daha sürecek.
Karikatür: Murat Öymen
İlk haftaların tuhaf iyimserliğinin yerini endişe aldı. Önümüzü görememe, belirsizlik hali bizi tüketmeye başladı.
Salgının yol açtığı yıkım büyük oldu.
Dünyada covid-19’dan ölenlerin sayısı 2,5 milyonu geçti. Türkiye’de ölüm sayısı 29 bini buldu.
İnsanlar işlerini kaybetti, işyerleri kapandı. Türkiye’de son bir yılda bir milyon kişi işten çıkarıldı, 5 kişiden biri işsiz, çoğunluğu da genç.
Dünyada adaletsiz dağılım, aşı konusunda da kendini gösterdi. Zengin ülkeler aşı olurken, yoksul ülkelere aşı yetmedi. Allah bilir onlar ne zaman aşı olabilecek.
Bu zararın görünen yüzü. Ya görünmeyen yüzü? Üzerimizde ne gibi etkiler bırakacak, nasıl zararlar verecek henüz bilmiyoruz.
Evden çalışmanın psikolojimiz üzerindeki zararları konuşulmaya başlandı bile. Düşünün geçen yıl üniversiteye başlayan öğrenciler arkadaş edinemedi. Zoom toplantıları, çevrimiçi organizasyonlar, konserler, izolasyon bir yere kadar. Ne de olsa sosyal varlıklarız!
Pandemi sonrası dünya nasıl bir dünya olacak? Şimdi hepimiz bunu merak ediyoruz.
Bittiğinde bundan dersler mi çıkaracağız, yoksa her şey eskiden olduğu gibi -aynı hızda ve acımasızlıkla- devam mı edecek?
Artık mimozama dokunamayacaksın
Geçen haftaki yazımla ilgili güzel bir gelişme oldu.
Adalardaki mimoza katliamını dert edinip durdurulması ve tedbirler alınması için Adalar Kaymakamlığını, Belediyesini, Tarım ve Orman müdürlüğünü ikna etmeyi başaran Eva Kent ve Işıl Sayın’ın mücadelesini yazmıştım.
İş bu hafta resmileşti.
Kaymakamlık web sitesinden mimozaların korunmasıyla ilgili kararını yayınlandı. Artık Adalarda izinsiz, yetkisiz mimoza kesmek ve Adalardan dışarı çıkarmak yasaklandı. Bunu yapanlar cezalandırılacak.
Gerçekten sevindirici bir gelişme.
Umarım yerel idare kararına sahip çıkar arkasında durur.
Şimdi sırada diğer işler var;
Sertifikalı bahçıvan eğitimi verilmesi. Bahçıvanlar mimoza yetiştirme, budama ve bakım konusunda eğitim alacaklar.
Mimoza seyir alanı için yerin tespit edilip, tahsis edilmesi.
Mimoza festivalinin hayata geçmesi.
Adalara özgü mimoza temalı hediyelik eşya workshopları organize edilmesi. Belki bu sayede dünyanın her tarafında satılan ne bize ne hiçbir yere ait olmayan o uyduruk Çin malı plastik hediyeliklerin sonu da gelir diye ümit ediyorum.
Elbette Adalar’ın doğal ve tarihi değerlerinin korunmasıyla ilgili yapılacak daha çok şey var. Onlara da yeri geldikçe değineceğiz.
Sonuç alan her mücadele bir sonraki mücadeleler için büyük bir itici güç oluşturur.
Devamının gelmesi dileğiyle.
İyi pazarlar…
Yorum Yazın