Şehit Başbakanımız Nihat Erim, 12 Mart 1971 Muhtırası akabinde, olağanüstü şartlarda kurulan hükûmetin başına geçtiğinde yaptığı bir beyanatta 1961 Anayasası için, “Bu Anayasa bize lükstür!” ifadesini kullanmıştı. O günlerde bu söz çok eleştirilmişti. Bilhassa aşırı solcular tahkire varacak sözlerle Nihat Bey’e yüklenmişlerdi.
Hâlbuki Atatürk inkılâpları, Atatürk’ün vefatıyla hız kaybetmiş ve Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle hem budanmış hem de taviz verilir bir mahiyete büründürülmüştü.
Memlekette demokrasi algısı, milletin hassas davrandığı noktaları suiistimal ederek ilerlemek olarak yerleşmişti.
İktidara her gelen, kanun çıkarma yetkisi kullanarak, devlet kaidelerini sarsmak pahasına da olsa kendi lehinde birtakım yasalar vücuda getirmenin yollarını aramıştı.
Toplum kati surette ikiye bölünmüş, devletin bekası sarsılır hâle gelmişti.
Atatürk’ün partisi CHP’nin Genel Sekreteri Bülent Ecevit bile Atatürk devrimlerini ikiye ayırıyor ve altyapı devrimi olmadıklarından bahsederek nahoş bir tenkide girişiyordu.
Tüm bunlar Anayasa’nın verdiği yetkiler hududunda vuku bulmuştu. Üstelik henüz devrimleri oturmamış bu memlekete, 1961 Anayasası ile irticaın, bölücülüğün, Sovyet peykliğinin da dâhil olduğu her fikri müdafaa edebilme serbestisi tanınmıştı.
Ülke hızla uçuruma sürüklenmiş, devlet aklından yardım almaya muhtaç olmuştu.
Şimdi soruyorum, Nihat Bey haksız mıydı?
Elbette ki gayemiz muasır medeniyetler seviyesine yükselmek, bu irtifa kazanışında fikir hürriyeti, grev ve lokavt hakkı gibi özgürlükleri edinmektir. Yalnız hepsi sıra iledir. Evvela özgürlük kazanıp sonra devlet tesisini tamamlamak ileride çok büyük meselelerle bizi karşı karşıya bırakabilir.
Zira 27 Mayıs 1960 İhtilâli sonrasında vazifelendirilen üniversite hocaları, bu hak kazanımlarını bir ân evvel Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla tanıştırmak istediler. Lâkin biz “Aydınlanma” geçirmemiş bir cemiyet olarak bu hürriyetleri kullanabilme yetisi elde edebilmiş miydik, bu suali göz ardı ettiler. Neticede bir kaos ortamı oluştu ve memleket hızla 12 Eylül 1980 İhtilâli’ne doğru sürüklendi.
1982 Anayasası, referandumdan rekor bir oy alarak kabul edildi. Birçok hürriyet kırpılmış, vaktiyle çalışanlara tanınan hak işverenlere tanınır olmuştu. Turgut Özal’ın neo-liberal politikaları bu Anayasa ile hızla gelişme ortamı buldu.
Bu Anayasa da birçok defa kırpıldı ve değiştirildi. Seçimlere dair maddeleri referanduma dahi sokuldu. Şimdi geldiğimiz noktada Anayasa’nın yetersizliğinden gem vurulup yeni bir Anayasa’nın zaruri olduğunun altı çizilmektedir.
Oysa Anayasa’nın uygulanırlığına kimsenin baktığı yoktur! Muhalefet cenahı da iktidar cenahı da yasaları kendince algılayıp günü çevirmenin çarelerini aramaktadırlar.
Tepedeki “bu işim görülsün” tavrı halka da sirayet etmiş, başta yasadışı yollardan para kazanmak olmak üzere birçok illegal yöntem vatandaşlarla uygulanır hâle gelmiştir.
Bugünkü sıkıntıların başlıca sebebi bu “Anayasasızlık” tavrıdır. Bu tavır bizi hiçliğe ve kaosa doğru sürüklemektedir. Anayasa olduğu gibi yerinde durmaktadır. Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı da O’na uymakla yükümlüdür.
Bu “Anayasasızlık” bize lüks gelmektedir. Hızlıca bu vahamete dur denmesi gerekmektedir. Aksi takdirde ilerleyen günlerde ülkemizin ciddi sorunlarla karşılaşacağı bir acı hakikattir.
Yorum Yazın