Bir dönem Bab-I Ali’nin en önemli patronlarından birisinin oğlu olmak. Atatürk’ün yakın çevresi Kılıç Ali, Kel Ali, Kara Ali, Salih Bozok takımına kafa tutarak gazeteciliğin doruğuna çıkmayı başaran bir adamın dört çocuğunun en büyüğü, ilki olmak. İlk göz ağrısı derler ya,,,
Hiç kimseye eyvallahı olmamak, hatta Türkiye’deki İttihat kafasına karşı çıkacağını düşündüğü Demokrat Parti’ye girip kurucuları arasında yer almak; ilerleyen yıllarda da hüsrana uğrayıp, en önemli milletvekillerinden birisi olmasına rağmen parti içi muhalefet yapmak... İşte, Selim Ragıp Emeç’in büyük oğlu Çetin böyle bir ortamda yetişti.
Galatasaray Lisesi’nden mezuniyetinin ardından Paris’e, mühendislik okumak için gitmek istiyor. Yakın arkadaşı Atilla Tokatlı da Paris’e gidecek. Ama baba Selim Ragıp karşı çıkıyor.
Diyor ki: “Ben Son Posta Gazetesi’ni ileride eller eline düşsün diye kurmadım. Gidecek, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolacaksın. Sonra da gazetenin başına geçeceksin.”
Öyle de oluyor. Ama biraz erken. Hukuk Fakültesi üçüncü sınıftayken 27 Mayıs 1960 darbesi patlak veriyor. Selim Ragıp Emeç tutuklanıyor. Bütün Demokrat Partililer gibi doğru Yassıada’ya.
Son Posta başsız kalınca Çetin zorunlu olarak baba koltuğuna oturuyor. Küçük kardeş Aydın da yardımcısı. 27 Mayıs darbesini alkışlayan gazeteci zevat Çetin ve Aydın’la “çocuk patronlar” diye alay ediyor, Erol ve Haldun Simavi kardeşler hariç.
Onlar Son Posta’nın yaşaması, iki kardeşe destek olmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Neyse lafı fazla uzatmaya gerek yok. Yassıada, Kayseri macerası derken Selim Ragıp hapisten çıkıyor. Ama günün şartlarında gazeteyi yürütmek neredeyse imkânsız. Resmi ilanlar kesilmiş. Eylül 1962’de gazete kapatılıyor. Çetin Hayat ve Ses dergilerinin yazı işleri müdürü oluyor. Bu arada İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiriyor. Ancak Hayat ve Ses dergileri Çetin’in gazetecilik kalibresinin çok alt düzeylerinde kalıyor. Birkaç yıl sonra rahmetli Nezih Demirkent Çetin’i Hürriyet Gazetesi’nin yan yayınlarını yönetmek üzere davet ediyor. Orası Çetin’e daha uygun.
Aradan yıllar geçiyor. Bu kez Çetin Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü koltuğuna oturuyor. Ama ne oturuş.
Bir yıl Çetin’le birlikte Hürriyet’te çalışıyoruz. Yazı işleri masasının başında bütün yazı ve haberleri tek tek kontrol ediyor, elindeki kırmızı kalemle hatalı gördüğü cümleleri, sözcükleri düzeltiyor. Bizler, gazetenin işçi sınıfı takımı da aramızda gülüşüp, ”Çeto gene bahçede güller açtırmaya başladı” diyoruz.
Mükemmeliyetçiliği doruğa ulaşmış bir gazeteci. Asla hata kabul etmiyor. Yakınlarını kayırmak anlayışından nefret ediyor. Öyle ki o sırada on dört yıllık gazeteci beni, kardeşini, yöneticilik deneyiminden de geçtiğim halde dokuz ay kadrosuz çalıştırıyor. Sonunda araya patron Erol Simavi’nin girmesiyle kadrolu olabiliyorum. Bir de bugünlere bakın!
Hürriyet’in en tepe ismi Çetin en yakını bildiği Hürriyet’teki birtakım arkadaşlarının ayak oyunlarından bıkıp usandığı için gazeteyi terk ediyor; Milliyet’e geçiyor. Birkaç yıl gibi kısa bir Milliyet macerasından sonra Erol Simavi’nin ısrarlarına dayanamayarak Hürriyet’e dönüyor. Keşke dönmeseydi.
Yıl 1990. Çetin’in Hürriyet’teki köşe yazıları da çok ses getiriyor. Ben o sırada Cumhuriyet’teyim. Her sabah yeni haberleri kovalamak için polis telsizlerini dinliyoruz; sıklıkla Çetin’e suikast yapılacağı haberleri geliyor. Ama bunların hiçbirinin aslının olmadığı anlaşılıyor. Gene böyle bir sabahın erken vakti. Günlerden 7 Mart. Cumhuriyet İstanbul Haber Servisi Şefi Erhan Akyıldız karşıdan sesleniyor:
”Leyla, şimdi polis telsizinden Çeto’yu vurdukları haberi geldi. Ama herhalde aslı yoktur. Tıpkı öncekiler gibi...”
Ama içime kurt düşüyor. Önce Hürriyet’teki sekreterini arıyorum. Telefon cevap vermiyor. Ardından Çeto’yla aynı apartmanda altlı üstlü oturan ablamı arıyorum. Ondan da cevap yok. Çeto’nun ev telefonu da cevap vermiyor. Aklımı kaçıracağım. Derken benim telefon çalıyor. Washington’dan (Hürriyet Washington temsilcisi) Sedat Ergin. Ağlıyor…
”Abla, Çetin Abiyi vurmuşlar…”
O an elim ayağım birbirine karışıyor. Tam o sırada Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal koşarak yanıma geliyor:
”Leyla, fırla… Benim arabayı al, Göztepe SSK Hastanesi’ne gidiyorsun. Çeto’yu oraya kaldırmışlar...”
Hastaneye nasıl gittiğimi hala hatırlamıyorum. Sadece içeri girip uzun bir koridorun sonundaki odada göğsü mermilerden delik deşik Çetin’in son hali. Elli beş yaşında, yaşamının, mesleğinin doruğundaki bir insanı böyle yok ediverdiler. Daha fazlasını yazmayı içim kaldırmıyor.
Kusuruma bakmayın, benden bu kadar!
Ah Leyla’cığım ‘ bu makale yüreğimi nasıl yaraladı anlatamam.Tabii ki senin kardeş anıların bizimkilerin çpk çok ötesinde. Bence şimdi fırtına bulutları üzerinde ,Türkiye’de gazete ciliğin ne hale geldiğini izleyip şimşeklerini gönderiyor busayılmışlara. Sevgi ile kucaklıyorum ?
Leylâ hanım ben tweetere pek bakmıyorum. Distlara siteminiz üzerine okudum. Çok güzrl bir yazı.. Allah rahmet eylesin.
Babıali yıllarını, gerçek gazetecilere saygı duyulan bir dönemi, o kadar duygulu ve güzel kaleme almışsınız ki, insanın, bunun devamı yok mu, diyesi geliyor. Elinize, kaleminize, yüreğinize sağlık.