Aynı başlıkla yazdığım bu yazı üç yıl önce yayımlanmıştı. Bugün hatırlatma babında yeniden köşeme almak istedim. Yarın 7 Mart. Ağabeyim Çetin Emeç’in “namert” bir suikasta kurban gidişinin 34. yıldönümü. Üç yıl önce yazdığım yazıyı, bazı eklemeler ve düzeltmeler yaparak paylaşıyorum:
“Bir dönem Bab-ı Ali’nin en önemli patronlarından birisinin oğlu olmak... Atatürk’ün yakın çevresi, Kılıç Ali, Kel Ali, Kara Ali, Salih Bozok takımına kafa tutarak gazeteciliğinin doruğuna çıkmayı başaran bir adamın dört çocuğunun en büyüğü, ilki olmak... İlk göz ağrısı derler ya... Hiç kimseye eyvallahı olmamak, hatta Türkiye’deki İttihatçı kafasına karşı çıkacağını umduğu Demokrat Parti’ye girip kurucuları arasında yer almak; ilerleyen yıllarda da hüsrana uğrayıp, en önemli milletvekillerinden birisi olmasına rağmen parti içi muhalefet yapmak... İşte Selim Ragıp Emeç’in büyük oğlu Çetin böyle bir ortamda yetişiyor.
“Galatasaray Lisesi’nden mezuniyetinin ardından Paris’e, mühendislik okumak için gitmek istiyor. Yakın arkadaşı Atilla Tokatlı da Paris’e gidecek. Ama baba Selim Ragıp karşı çıkıyor. Diyor ki:’Ben Son Posta gazetesini ileride eller eline kalsın diye kurmadım. Gidecek, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolacaksın. Sonra da gazetenin başına geçeceksin.’ Öyle de oluyor. Ama biraz erken. Hukuk Fakültesi’nin üçüncü sınıfındayken 27 Mayıs 1960 darbesi patlak veriyor. Selim Ragıp Emeç tutuklanıyor. Bütün Demokrat Partililer gibi doğru Yassıada’ya. Son Posta başsız kalınca Çetin zorunlu olarak baba koltuğuna oturuyor. Küçük kardeş Aydın da yardımcısı. 27 Mayıs darbesini alkışlayan gazeteci zevat Çetin ve Aydın’la ‘çocuk patronlar’ diye alay ediyor. Haldun ve Erol Simavi kardeşler hariç.
“Simaviler Son Posta’nın yaşaması, iki kardeşe destek olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ahde vefa! Zamanında Selim Ragıp, gençlik arkadaşı olan babaları Sedat Simavi’ye Hürriyet gazetesini kurarken önemli destek olmuştu. Verilen bu desteği unutmuyorlar. Neyse, lafı uzatmaya gerek yok. Yassıada, Kayseri macerası derken Selim Ragıp hapisten çıkıyor. Ama o günün şartlarında gazeteyi yaşatmak neredeyse imkansız. Resmi ilanlar kesilmiş. Dağıtım engelleniyor. Eylül 1962’de gazete kapatılıyor. Çetin Hayat ve Ses dergilerinin yazıişleri müdürlüğüne getiriliyor. Bu arada da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiriyor. Ancak Hayat ve Ses dergileri Çetin’in gazetecilik kapasitesinin çok altlarında kalıyor. Birkaç yıl sonra rahmetli Nezih Demirkent Çetin’i Hürriyet gazetesinin yan yayınlarını yönetmek üzere davet ediyor. Orası Çetin’e daha uygun.
“Aradan yıllar geçiyor. Bu kez Çetin Hürriyet gazetesinin genel yayın müdürlüğü koltuğuna oturuyor. Ama ne oturuş... Bir yıl Çetin’le birlikte Hürriyet’te çalışıyoruz. Genel yayın müdürü odasında hemen hemen hiç kalmıyor. Sürekli yazıişleri masasının başında. Bütün yazı ve haberleri tek tek kontrol ediyor; elindeki kırmızı kalemle hatalı gördüğü cümleleri, sözcükleri düzeltiyor. Bizler, gazetenin işçi sınıfı takımı da, ‘Çeto gene bahçede güller açtırmaya başladı,’ diye aramızda gülüşüyoruz. Mükemmelliyetçiliği doruğa ulaşmış bir gazeteci. Asla hata kabul etmiyor. Yakınlarını kayırmak anlayışından nefret ediyor. Öyle ki o sırada ondört yıllık gazeteci beni, yöneticilik deneyiminden de geçmiş olmama rağmen dokuz ay kadrosuz çalıştırıyor. Sonunda araya patron Erol Simavi’nin girmesiyle kadrolu olabiliyorum. Bir de bugünlere bakın!
“Hürriyet’in en tepe ismi Çetin yakını sandığı birtakım arkadaşlarının ayak oyunlarından bıkıp usandığı için gazeteyi terk ediyor; Milliyet’e geçiyor. Birkaç yıllık Milliyet macerasından sonra Erol Simavi’nin ısrarlarına dayanamayarak Hürriyet’e dönüyor. Keşke dönmeseydi...
“Yıl 1990. Çetin’in Hürriyet’teki yazıları çok ses getiriyor. Ben o sırada Cumhuriyet’teyim. Her sabah yeni haberleri kovalamak için polis telsizlerini dinliyoruz. Sıklıkla Çetin’e suikast yapılacağı haberleri geliyor. Ama bunların hiçbirinin aslı olmadığı anlaşılıyor. Gene böyle bir sabahın erken saati. Günlerden 7 Mart. Cumhuriyet’in İstanbul Haber Servisi şefi rahmetli Erhan Akyıldız karşıdan sesleniyor: ’Leyla, şimdi polis telsizinden Çeto’yu vurdukları haberi geldi. Ama herhalde aslı yoktur. Tıpkı öncekiler gibi...’ Erhan’ın bu yatıştırıcı sözlerine rağmen içime kurt düşüyor. Önce Çetin’in Hürriyet’teki sekreterini arıyorum. Telefonu cevap vermiyor. Ardından Çetin’le aynı apartmanda oturan ablamı arıyorum. Ondan da cevap yok. Çeto’nun ev telefonu da cevap vermiyor. Aklımı kaçıracağım. Derken masamın üstündeki telefon çalıyor. Hattın öbür ucunda Sedat Ergin. Hürriyet’in Washington temsilcisi ABD’den arıyor. Ağlamaktan zor konuşabiliyor: ’Abla, Çetin Abi’yi vurmuşlar.’
“O an elim ayağım birbirine dolanıyor. Tam o sırada Cumhuriyet’in genel yayın yönetmeni Hasan Cemal koşarak geliyor: ’Leyla, fırla. Benim arabayı al. Göztepe SSK Hastanesi’ne gidiyorsun. Çeto’yu oraya kaldırmışlar.’ Hastaneye nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Sadece içeri girip uzun bir koridorun sonundaki odada göğsü mermilerden delik deşik Çetin’in son hali... Elli beş yaşında, yaşamının, mesleğinin doruğundaki bir insanı böyle yok ediverdiler. Daha fazlasını yazmayı içim kaldırmıyor. Benden bu kadar!”
Yorum Yazın