Kuzey Ege’nin bereketli topraklarında tarım kan kaybediyor. Zorluklardan bezen çiftçi, toprağını elden çıkarmaya bakıyor. Kıyılardaki sebze, meyve bahçeleri ile zeytinlikler yazlık konutlara ve otellere dönmeyi sürdürürken, tepelerdeki mera alanları sınai tarım vaadiyle, hazine arazileri de uzun süreli kiralama sözleşmeleriyle yandaşa tahsis ediliyor. Ama ne devlete ödenen kira, ne de işlenen toprak veya başlatılan tarım/ hayvancılık projesi var. Yine çitler çekilip duvarlar örülüyor, bunların ardında Ege manzaralı konutlar yükseliyor. Hayvanlarını otlatacak yer bulamayan köylü ise sürüleri yok pahasına satıyor. Sonuç, can çekişen hayvancılık, pahalı et, Sudan’dan, Romanya’dan ithalat ve ithalata rağmen yükselen fiyatlar. Maden arama ve enerji üretimi de Kuzey Ege’nin diğer iki sorunu. Kesilen zeytin ve meşe ağaçlarına, türbin titreşimi ile bozulan toprak kalitesine, yön değiştiren kuş sürülerine ağıt yakıyor köylü. Orman yangınları da ormancılığın düşmanı. Tarımı, toprağı, suyu ve ekolojik dengeyi korumak için ciddi, tutarlı ve kapsamlı politikalar gerekli. Verimliliği, kalite ve çevre bilinci ile arttırmak, gıda güvenliğini sağlamak ta öyle. Ama köylünün toprağa karşı hissettiği tutkulu sevgi olmadan tarımı korumak da kolay değil. Avrupalı çiftçinin yüreğindeki toprak ve kır sevgisi, yüzyıllarca şiire, romana, resime ve müziğe yansımış. Bu çok özel bir bağlılık ve koruma. Buna karşılık bizde köylüyü aşağılayan talan kültürü, Cumhuriyet ve Ata’nın öngörüsüyle bir süre değişse bile son 70 yılda çiftçiyi, hayvancıyı, arıcıyı, balıkçıyı ve orman köylüsünü koruyamayan bir Türkiye ortaya çıktı. Sınai tarım belli alt sektörlerde şirketler eliyle gelişiyor. Ama ülke fırsat maliyeti iyi hesaplanmayan bir “katma değer” peşinde kendini besleyecek tarımdan hızla uzaklaşıyor. Örneğin süs bitkileri, narenciye ve pamuğun yerini alan “katma değeri yüksek” ihraç metaı. Buna karşılık geleneksel tarımda, kaçış isteği ve kopuş var. Ama istisnalar ve iyi örnekler heyecan veriyor. Hala toprağına bağlı köylü olduğunu görmek umutlandırıyor. İşte bunlardan biri:
Bir Toprağa Tutku Öyküsü
Onları tanıdığımda henüz 20 li yaşlarında genç bir çift çiftçiydiler. Bahçelerinde yetiştirdikleri sebzeyi meyveyi, evde yaptıkları erişte ve tarhanayı, soğuk sıkım zeytinyağını, salamura yeşil ve siyah zeytini gün battıktan sonra traktörlerinin arkasındaki kasada getirip, satarlardı. Sarı lüleli küçük kızları ile oğullarını da kasaya oturtup ellerine birer domates verirlerdi. Küçük kıza “bugün ne getirdiniz?” diye sorunca “suvan” derdi. Şimdi o lüleli kız, Sıvas’ta okuyup tarım makinaları uzmanı olmuş. Oğlan da Afyon’da mekatronik mühendisliği okuyor. Sabriye ve Ercan gururlu bir ana- baba. Ama iğne ile kuyu kazar gibi geliştirdikleri toprakları ve işleriyle de gurur duyuyorlar. Ata yadigârı bahçelerini münavebeyle ekmeye, biçmeye devam ediyor, mevsimlik sebze, meyve, patates, soğan ve zeytin yetiştiriyorlar. Artık yazlıkçıların ayağına gitmiyor, sebze bahçelerinin önündeki tezgâhtan satış yapıyorlar. “Yukarıda peynir mandıramız var. Sadece şirden mayasıyla keçi peyniri yapıyor ve İstanbul’a veriyoruz” diyorlar. Köylerini, topraklarını seviyor ve geliştirmeye çabalıyorlar. Bu iki gönül insanın şikayeti, bugün tarımın genel çilesi. Yol gösteren ziraat teknisyeni olmadığından, kaliteli tohum bulamadıklarından yakınıyor, kendi tohumlarını kendilerinin ürettiklerini anlatıyorlar. Onları dinledikçe Tohum İslah İstasyonlarını kapayan zihniyeti kınıyor, kalkınma ajanslarının veya bölge ziraat-veterinerlik müdürlüklerinin tarımda kalmakta direnenlere yön verip, onlara ufuk açmamasına içerliyorsunuz. Sabriye ve Ercan da zaten bunlara dikkat çekiyor, tarım gibi hayati bir sektörün neden ihmal edildiğini anlayamadıklarını söylüyor. Ama yaratıcı insanlar oldukları için okuyup öğrenmeye, duyduklarını değerlendirmeye çalıştıklarını anlatıyorlar.
Üretimden Kopmadan Faaliyet Çeşitlendirme
“Bir acı kahvemizi içmeye gelin” diye davet ettikleri bahçelerinde dalından kopardıkları körpe salatalığı ve mandıralarında ürettikleri keçi peynirini ikram ederken “mazot çok pahalı hocam maliyeti kurtarmıyor. Ziraat Bankası faizsiz ve 5 yıl geri ödemesiz kredi verdiğini ilan ediyor. Ama bin bir dereden bin su getirip, kefil istiyor. Oysa meraya, hazine arazisine konan yandaşa hemen kredi var” diye şikâyet ediyorlar. “İşin en kötü tarafı ucuz tarım ilacı diyorlar. Reçete ile satılması gereken ilacı, çiftçi aklına estiği gibi alıp kullanıyor. Bu bitki, toprak, kümes hayvanı, kuş, su ve halk sağlığı için büyük tehlike. Neden denetlenmez?” diye soruyorlar. Bilinçsizliğin zararına dikkat çekip, kendilerinin ilaç yerine tarlalarına kuş sürülerini çekmeye çabaladıklarını anlatıyorlar. “Haşereyi kuşlar yiyince doğal döngü korunuyor. Spotify’den kuş sesleri bulup, onların buralara çekiyorum” diyor. Ama bunların hiçbiri yetmiyor diye düşünüp, hizmet çeşitlendirmeye başladığını anlatıyor. Zaten görünene kılavuz gerekmez. Sebze bahçesinin yanında bir çay bahçesi hazırlığı var. Çam kozalaklarından lambalar yapıp, çardaklara asmışlar. “Gözleme yapar, ayranla satarız” dediği alanın etrafı, pürnakıl gül. Bir de çocuk parkı düşünmüşler. Sabriye, “ördek yavruları da getirsek iyi olur” diyor. “Tavus kuşu olmaz mı?” diye soruyorum da “o bizi aşar hocam” diyor. Belki bundan sonrası onlar için eko turizm ve pansiyonculuk. Belki de kızları gelirse makina tamir atölyesi. Ama “HEMA’da iş bulursa o zaman başka” diyorlar.
“Çiftlikten Çatala” Zincir Türkiye’de Ucuzluk Değil
Öyküsü ve insanları güzel bu yer bilemediniz 10-15 dönümlük, sulak, ama küçük bir tarım işletmesi. “Küçük arazi başımıza kakılan bir konu. Bize birleşin deniyor. Kiminle birleşeceğiz? Köylülerin çoğu birbiri ile kavgalı” diyerek Türkiye’nin temel bir kültürel sorununa işaret ediyorlar. “Bir de kooperatif kurun diyorlar. Ama biz biliriz. Burada da eskiden bir tane vardı. Ama kooperatifin başına geçenler ürünü satar ve paraları yer, çiftçi yine hava alır” diye yolsuzluğa ve toplumsal güvensizlik sorununa parmak basıyorlar. Onun için DPT tarafından hazırlanan son plan, AB tarım politikasına uyum için çıkarılan 2006 tarihli, 5488 sayılı tarım yasası ve 2007 den itibaren Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanan 4 er yıllık kalkınma planlarında(2024-2028 12. plan dâhil) öngörülen arazi birleştirme, şirketleşme ve/veya kooperatifleşme, kâğıt üzerinde fevkalade. Ama bu planlar, yüksek verim ve hizmet etkinliği vaat etse bile toplumsal gerçeklerle bağdaşmaktan uzak. Özellikle artan uzlaşmazlıklar ve sisteme duyulan güvensizlik, çiftçiyi zorluyor, haksızlıklar karşısında isyan ettirip çiftini çubuğunu sattırıyor. Sabriye ve Ercan şimdilik topraklarından kopmamaya kararlı. Evet, “çiftlikten çatala” ucuzluğunu, domateslerinde, kayısı, erik, peynir veya başka sebzelerinde görmek mümkün değil. Çünkü referansları İstanbul fiyatı ve üstüne artısı var. “İstanbul fiyatlarını izlemeye mecburum. Tazelik avantajı da ödüllenmeli? Yoksa bu işi sürdüremem” diye yüksek fiyatlarını mazur göstermeye çalışıyor. Boşuna “taş yerinde ağırdır” denmemiş. Yazı sebze bahçelerinde geçiriyorlar. “Gönül gözü” dedikleri bir ev yapmışlar. Kendi tasarladıkları kaşlı gözlü, kapısı yürek biçimli bir ev bu. Hedeflerini, sınırlarını iyi bilen, toprakları ile ilgili hayalleri olan bir çift Sabriye ve Ercan. Şu tarıma vefasız Türkiye’ye bir de Veysel’i hatırlatan çağrıları var: “Toprak en güvenilir dost. Gördün ya hocam! Bakarsan bağ olur. Çifti bozup gitmemek, buraları yabana bırakmamak lazım”.
Değerli Profesör, Yazınızı büyük bir beğeni ama derin bir hüzünle okudum. En ince ayrıntısına kadar doğru saptamaları içeren bu yazı, yıllardır Anadolu'nun dört bir yanında dolaşarak gördüklerimle birebir çakışıyor. Her yönüyle böyle güzel ve verimli bir ülkeyi, her açıdan bugünkü duruma düşürebilmek kanımca özel bir yetenek ve ülkeye, ülkenin tüm varlıklarına, hepisinden önemlisi, insanın varolması için olmazsa olmaz doğaya ve doğal dengeye, bilinçsiz ve bağnaz bir düşmanlık gerektiriyor. Umarım bir gün hepimizin aklı başına gelir de bu yanlıştan dönebiliriz. Saygılarımla.