Çocuğun elleri buz,
Çocuk, yine de gülümsüyor…
Çocuklar, en saf aynamız ve onlar hep çok güzel gülümser.
Gülümserken parmak uçları, tutmakta bir sicimi. Sicim, ebem kuşağı değil hayatı, adeta bir halat gibi sarıyor, narin bedenini.
İncecik parmakları, avucumda,
Adın ne?
-İbrahim
Kaç yaşındasın?
-On
Kaç kardeşsiniz?
-Altı
Nerelisiniz?
-Adana
Bu diğer elinde ki ne?
-Kaymaklı dondurma
Şimdi eve mi gidiyorsun, peki?
-Yok, bunları satmadan gitmeyeceğim!
Sicim 10 TL, elinde var beş tane…
Nar bilmecesi değil bu!
Çocuğun, hatta kendinin bile bilmediği, sahip olmadığı, geleceğine bir şey katmayacak bedel!
Şeker, dondurma, onlar o yiyemeden zaten eriyecek.
Peki, ya ömürden gidenler?
Bu toprakların kurucusunun bir adı Kemal, aynı adı taşıdıkları için Matematik öğretmeni koymuştu. O karga kovaladı tarihte ama evinin bahçesinde koştuğunu, en çok hangi meyveyi ve yemeği sevdiğini, hatta çocuklar gelişsin diye Matematik kitabı yazdığını kimse bilmedi? Öğrenmek isteyen, araştıran buldu.
Adana, kutsal topraklar… Bereketli topraklar ama marabalar, ırgatlar, yazgılar değişmeyen topraklar.
Uygarlıklar kurulan, kaç medeniyet geçmiş, bu bereketli Anadolu’mda, bir Amerikan film seti değil ki İstanbul’un arka sokaklarında, ağırlığı yarı belinden vücudunu eğmiş, kovboy kemendi değil. Yani Hollywood hiç değil! Düpedüz gerçek.
Dünya, matematik üzerine döner. Matematiği oturtamayanlar da yansımalar başlar, metroda geçerken en kalabalık yerlerde, ışıklarda mesela bakın. Akışta gidiş ve gelişte mesele vardır, yani ahenk yoktur. Müziğin ritmini kaybedince, hayatın içindeki olağan ve sıradan matematik kaybolmuştur.
Kemal, dedik.
Olgun insan, bir insanın mertebe olarak erebileceği en üst nokta, demek.
İkisinin de soyadında Kemal, olan dünyaya nam salmış yazarlarımız var. Onlarda bu eşsiz kentten fışkırmış. Torosların gücü, rüzgarı, önce ruhunu sonra kalemini biçimlemiş. Bugün dizilere, filmlere bakılsa hep onların eseri. Biri Orhan, diğeri Yaşar… Nice yokluk ve de yoksunluk, kendi çocuklarından beri varda; bunca okumaya, bunca anlatıma, insana hatırlatılmaya rağmen neden Adana’lı bir güzel çocuk gelir de İstanbul’da, çocukluğunu yaşayamaz?
Ya da neden düzen hep böyledir, ha Adana’da, ha İstanbul’ da. Ya da güzel Anadolu’muzun herhangi bir köşesinde.
Niye biz hep köprünün başına varıp da, o güzelim halayı doya doya, davullu zurnalı çekip de bitiremiyoruz?
Adana’dan yola çıkarsak, Çanakkale’de emperyalistlere meydan okumuş, kendi yarattığı taktiklerle alt etmiş bir zekanın temsilcileri, hala yok sayılabiliyorlar.
İstanbul’un yokuşlarında bir narin, gülümsemesi cennet bakışlı bir çocuk, çocuğumuz, sicim satmak zorunda. Ya da simit, ya da günü kurtaracak herhangi bir şey. Okula gidecek ya da gidemeyecek ama elindekini satıp, eve katkı sunacak. Sunmak zorunda önce.
Bu çocukları tanırım. Yıllar önce Kastamonu’da, yazın herkes denizlere, havuzlara, kıyılara çekilirken onlar sarımsak tarlasında çalışıp da, yüzleri, elleri, küçücük bedenleri güneşten kayısı kurusu gibi olmuş çocuklar. Çocuklarımız…
Nazım, dünyaya anlattı çocuklarımızı.
Atam, hediye etti en büyük bayramı.
Çocuklarımız, hala eksik. Yoksun!
Çocuklarımız, mutsuz.
Oyuncaksız, şekersiz, evsiz ama en çok sevgisiz.
Ne zaman tam olarak kurtulacak bu toprağın çocukları,
Herkes yaşarken, gerçek mertebesine ne zaman kavuşacak?
Çocuklar, çocukluklarını,
Gençler, büyükler ve olgunlar…
Çocuklar, çocuklarımız…
Yorum Yazın