Erdoğan, iktidarının ilk dönemlerinin başında iki önemli argümanı dile getiriyordu: 1)“Yanlış kurgulanmış olan sistemi değiştirmeye geliyoruz.” 2) “Kemalist rejimin tahkim ettiği bu sistemin omurgasını meydana getiren kurumlar karşısında diklenmeyeceğiz ama dik duracağız. Onların yol ve yöntemlerine itibar etmeyeceğiz”, diyordu.
"Parlak sözler her daim güzeldir ama bunlar asla yakıcı gerçeklerin yerini tutamazlar"
İlk etapta kulağa hoş gelen bu önermelerin gereğinin yapılıp yapılmadığına bakmak, bir bakıma 21 yıllık AKP iktidarının seyrettiği rotayı ve icraatlarını da belirlemek anlamına gelir. Çünkü parlak sözler her daim güzeldir ama bunlar asla yakıcı gerçeklerin yerini tutamazlar. O halde sözlerden yola çıkarak tahlil yapmak yerine yaptıklarına bakıp sözlerine ne kadar sadık kaldıklarını görmek daha doğru olur. Boşuna “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” denmemiştir.
Siyaset söz söyleme sanatıdır, sözün nasıl söyleneceğini, neyin söylenip neyin söylenmeyeceğini belirleyen ise ideolojidir. Tutarlılığı ölçen de iktidarın söylediklerine uygun davranıp davranmadığı, bunları ne kadar hayata geçirip geçirmediği ile ilgilidir. Aksi takdirde siyaset basit bir halka ilişkiler faaliyetine döner ki bu da siyasete yapılacak en büyük haksızlık olur. Şimdi bu belirlemelerin ışığında AKP hükümetlerinin siyasete ve dolayısıyla halka ne yapıp yapmadığına bakabiliriz. Ancak bugünkü AKP’yi ve onun iktidarını doğru anlamak için çıkış kaynaklarını ve gelişme sürecini iyi analiz etme zarureti vardır.
AKP’nin Çıkışını Sağlayan Kaynaklar ve Siyasal Konjonktürün Analizi
1) Soğuk Savaş döneminde Batı, komünizm tehlikesine karşı NATO içinde yer alan Türkiye’yi bir cephe ülkesi ve kalkan olarak yıllarca kullandı, işine yarayacak kurum ve kuruluşlarını da buna göre dizayn etti. Buna uymayanları uydurmaya, direnenleri ise içerdeki müttefiki durumdaki kurumlar yoluyla sindirmeye, yola getirmeye çalıştı. Bu dizayn ve sindirme işinde en önemli görevi ordu üstlendi ve giderek bir vesayet sistemi oluşturdu. Türkiye Batı’nın çıkarlarından uzaklaştığı, bir kamp değişikliği görüntüsüne girdiği dönemlerde ise ordu Batı’nın desteği ile darbe yaparak iktidarı bizzat ele aldı ve ülkeyi bu doğrultuda yönlendirmeye çalıştı. Sistem bu dönemde solcuları, Kürtleri ve muhalifleri ezerken komünizmin panzehri olarak baktıkları İslami kesimlere itidalli yaklaştı.
2) 1989 yılında Soğuk Savaş sona erdi, ABD’nin başını çektiği küreselleşme çerçevesinde Yeni Dünya Düzeni (YDD) oluştu. YDD’ye uymayan veya uymak istemeyen ülkeler silahla, çatışma ve işgalle yola getirilmeye ve bu yeni düzene uydurulmaya çalışıldı. Bu çerçevede Afganistan ve Irak işgal edildi, yönetimleri değiştirildi. Ardından Tunus, Mısır, Libya yönetimleri değişti. Sırada Suriye ve İran görünüyordu.
3) YDD’nin temellerinin atıldığı 1990’lı yılların başında Türkiye’de Turgut Özal iktidarı sürüyordu. Turgut Özal bu değişikliği çabucak kavradı. 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye’yi küresel ekonomiye eklemlemek için bürokrat ve siyasetçi olarak epey değişikliğe imza attı, YDD ise onu Cumhurbaşkanı iken yakaladı. Baba Bush yönetimi Irak’ı işgale karar verdiği zaman Özal bu girişime (“bir koyup beş alma” hesabıyla) hemen destek oldu. Buna dönemin Genelkurmay Başkanı Torumtay itiraz edince koltuğundan oldu. İlginçtir, ilk defa ABD dış politikasıyla ters düşüldüğünde kim olursa olsun tasfiye olacağı, bir Genelkurmay Başkanı şahsında net bir biçimde ortaya çıkıyordu. Diğer bir deyişle yıllarca orduyu destekleyen hatta darbe yapması konusunda cesaretlendiren ABD’nin kendisi ile ters düşüldüğü takdirde ordu komutanın bile gözden çıkarılacağının göstergesi ve bir kırılma noktası idi bu olay.
4) Artık ordu bu tarihten sonra (muhtıralar verse bile) darbe yapamadı. Darbe yapacağını sanan generaller ise ya Soğuk Savaş mantalitesinin ya da ABD desteği olmadan Türkiye’de darbe yapılamayacağının farkında olmayanlardı. Özal bunun farkında olduğu için 5-10 sene önce olsa hiç bir siyasinin cesaret edemeyeceği bir tavırla hareket ediyordu.
5) Ancak bu duruma tahammül etmeyenler vardı. Türkiye’nin sorunlarını yeni konjonktüre göre çözmek isteyen Özal başta olmak üzere Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın vb. gibi sivil ve asker şahsiyetler birer birer ortadan kaldırılınca bir boşluk doğdu. Bu boşluğu Asker, 28 Şubat’ta ABD dış politikasına ters düşen Erbakan’ın işbaşından götürülmesi ile yeniden sahne alarak doldurmaya çalıştı. Aslında burada gene göz ardı edilen şuydu: Erbakan’ın alaşağı edilmesi dini görüşlerinden dolayı değil, Türkiye’yi Soğuk Savaş sonrası ABD’nin yanından alıp İran-Malezya eksenine doğru kaydırdığı içindi. Bunu gerçekleştiren ordu kısa süre sonra bu adımları daha da ileri götürmeye çalışırken bu kez işbaşındaki onlarca General Silivri’yi ve Hasdal’ı doldurdu. Burada sorulması gereken soru şu: Acaba dar anlamda ABD’nin, geniş anlamda Batı’nın desteği olmadan AKP hükümetleri bunu yapabilir miydi?
6) Soğuk Savaş sonrasında yeniden kurulmakta olan dünyada her ülkenin kendi tarihine ve koşullarına özgü siyasi örgütler ve liderler ortaya çıkıyordu. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren en büyük “tehdit” olarak belirlenen sol, İslam ve Kürt hareketi, Soğuk Savaş sürecinde de bu konumunu sürdürmüş ve her birisi değişen ölçülerde de olsa hep bir tür baskı ve denetim altında tutulmuştu. 12 Eylül darbesiyle adeta imha edilen sol/sosyalist hareket -1996’da kurulan ve 2000’de biten ÖDP deneyimiyle- yeniden ayağa kalkmayı denedi ancak başaramadı. Kürt hareketi 80’li yıllarda yeni bir isyan başlattı ve bugünlere kadar gelirken kendine göre bazı kazanımlar elde etti, ancak Türkiye’yi bir bütün olarak yeniden yapılandırması mümkün değildi. Bu noktada Kürt hareketinin bir siyasi müttefike, ortağa ihtiyacı vardı. Sol, güçlenerek böylesi bir ittifaka girişemeyince Kürt hareketi de esasen kendi sorunları ve dünyasıyla sınırlı kaldı. Nitekim en ağır zulmü bu süreçte Kürtler yaşarken, sol da gelişmeye çalıştıkça budanmış, imha edilmişti; İslamcı unsurlar ise “tatlı sert” bir baskı eşliğinde sistem içinde yaşam hakkına sahip olmuşlardı.
"Özal yaşasaydı Erdoğan ortaya çıkabilir miydi, çıksa bile böyle tutunabilir miydi?"
7) SSCB’nin dağılmasıyla Yeşil Kuşak projesi de rafa kalkınca, özellikle solun ve Kürt hareketinin gelişimine karşı el altında tutulan İslamcılar gerektiğinde devreye sokuluyordu. Dolayısıyla Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra Türkiye’nin geleceğini belirlemek, ülkeyi yeni sürece taşımak açısından en avantajlı olan, bir anlamda önü açık olan İslamcılardan başkası değildi.
Peki, acaba Özal yaşasaydı Erdoğan ortaya çıkabilir miydi, çıksa bile böyle tutunabilir miydi? Tutunamazdı. Çünkü Özal öldüğünde geride kalan Demirel, Erbakan, Türkeş, Ecevit, Soğuk Savaş döneminden kalma görüşlere sahip politikacılardı. Dünyanın yeni koşullarına göre değişmedikleri ve yeni dönemin politikalarına uyum sağlamadıkları için aşıldılar ve silinip gittiler. Bugün ne kendileri ne temsil ettikleri partiler esameleri okunmayan birer siyasi aktördürler.
AKP’nin Ortaya Çıkışı ve Büyümesi
28 Şubat sonrası Erdoğan ve arkadaşları Özal’ın bıraktığı boşluğu doldurmaya aday oldular ve Türkiye’yi küreselleşmeye kendilerinin entegre edecekleri vaadi ile içerde ve dışarda ortaya çıktılar. Bu minval üzere Erdoğan eski yol arkadaşlarından farklı olarak üç konuda kopuş yaşadıklarını ve bu konularda net olarak değiştiklerini dile getirdi:
1) Millî Görüş gömleğini çıkarıp demokrasi gömleğini giydiklerini,
2) Avrupa Birliği’nin Hristiyan Kulübü olmadığını, gelişmiş değerler manzumesi olduğunu,
3) Adil Düzenin safsata olduğunu, serbest piyasa ekonomisini benimsediklerini yüksek sesle ilan ettiler. (Şimdilerde bunlardan -özellikle birinci ve ikinci maddeden- önemli ölçüde çark etmiş olsalar da…)
Yıllardı Erbakan’ın söylemleri ile içerde meşruiyet sorunu yaşayan ve bir türlü büyüyemeyen bu hareket, kendilerine “Yenilikçiler” diyen bu grubun çıkışı ile hem kutsallarından kopuş yaşıyor hem de yeni bir yola giriyorlardı. Hamleleri kısa sürede sonuç verdi ve bu yol, ortaya çıkan boşluktan, iç ve dış konjonktürden ötürü onları iktidara taşıdı. Fakat henüz içerde ve dışarda kuşkular giderilmemişti. Bölüşüm adaleti, katılım adaleti ve tanınma adaleti gibi önemli konulardaki çıkışlarıyla kapsayıcı bir politika uygulamaya başladılar. Bu söylem onlara hem içerdeki sermaye kesimleri başta olmak üzere çeşitli çevrelerden hem de kamuoyunda henüz sorunlu olan iktidarlarını pekiştirmek ve meşruiyetlerini sağlamlaştırmak açısından dış dünyadan destek sağladı. Soğuk Savaş dönemindeki darbeleri kendi marifetleri zanneden, ABD ve Avrupa’nın desteğini almalarının nedenlerini anlamayan generaller, Erdoğan’a boyun eğdiler; eğmek istemeyenler ise Silivri ve Hasdal’a gönderilince bu da onun cesaret ve vesayeti gerileten lider hanesine yazılmış oldu.
Peki, şimdi durum nedir ona bir göz atalım: AKP işin başında ‘Ben sistemi değiştirmeye geliyorum’ diyordu ama şimdi gelmiş olduğu noktada iktidarını sürdürme ve nimetlerini paylaşma adına sistemi değiştirmek bir yana, değiştirmeye geldiği sistemle bütünleşmeye, kendisi değişip sisteme benzemeye, entegre olmaya başladı. Bu noktadan sonra sistemi artık değiştiremezler.. Çünkü sistemden beslenenler sitemi değiştiremezler, onunla bütünleşir hatta emrine girerler, onlar da öyle yaptı. Böylece giderek siyaset kirlenmeye, sistem tıkanmaya ve tek adama doğru bir iktidar kayması yaşanmaya başladı. Bu, üzerinde durulması ve tartışılması gereken birinci tespit.
Türkiye’nin Tehdit Algısı ve AKP’nin Konumu
Bilindiği üzere uzun yıllar Türkiye’nin üç büyük iç düşmanı milli güvenlik belgesinde sıralamaları değişse bile hiç değişmezdi. Bunlar, irtica, bölücülük ve kominizim tehlikeleriydi. SSCB’nin dağılması ile kominizim defterden silindi, yıllardır yasaklanan elemanları hapislerde çürütülen Komünist Partisi tarihte kaldı, şimdi bir Komünist Partimiz var. Kominizim tehlikesi ortadan kalktıktan sonra geriye ulusalcı kesimin sürekli şeriat tehlikesi ile öne sürdüğü irtica ile Kürt etnik milliyetçiliği ile öne sürdüğü bölücülük kaldı.
Ancak yıllarca irtica diye çevrede hapsedilenler şimdi merkezi ele geçirip iktidar olmuşlardı. Dolaysıyla reel olarak değilse bile zımnen böyle bir tehdit yoktu artık. Bu kesim kendisinin tehdit olmaktan çıkarılması ve iktidarını sürdürmesinin bedeli olarak (derinlerdeki) devletle aynı noktada buluşarak MHP’nin milliyetçi hezeyanlarıyla bölücülük propagandasına sarıldı, bunu da ortadan kaldırmak için geçmişte cebelleştikleri derin devletin çekirdeğinin ileri sürdüğü askeri yöntem konusunda anlaştı. Cari iktidar irticayı defterden sildi, hatta bir adım ileri gidip (anakronik biçimde) İslam’ı millileştirmeye, hatta Kürt meselesini bile İslam’la çözmeye çalışmanın ötesinde orayı dayanak yaparak geldiği iktidarı sürdürmek adına yıllarca eleştirdiği Kemalizm’le bir çeşit anlaşmış görünüyor… Diğer bir deyişle ulusalcıların, irtica kısmını atma pahasına bölücülük kısmını alıp onların anlayışlarıyla çözme noktasına evirildiler. Buna söz konusu olan cumhurbaşkanlığı seçimini da eklediğimizde durum daha da netleşmiş olmur.
Sonuç
AKP, siyaseti bir halkla ilişkiler faaliyetine dönüştürdü ve bunda kısmen başarılı da oldu. Ötesine geçemedi, çünkü AKP’nin dayandığı çağdaş bir ideolojisi yok. AKP pragmatik politikalarının iki ileri bir geri adım atmasının temel nedenini bir ideolojisinin olmamasına bağlayanların sayısı hayli fazla. Bu da lideri, geldiği noktada altyapısı olan bir sisteme dayalı olarak konuşmak ve çözüm üretmek yerine, bilmem kaçıncı dönemdir (başarılı biçimde yürüttüğü halkla ilişkiler faaliyeti sonucu) yüksek oylarla iktidara gelmenin sonucunda ilk başladığı yıllardaki mütevazı duruşundan farklı olarak öfkeli ve kibirli hale getirdi.
Öfkeli, çünkü kendinden başka kimseyi tanımıyor ve kendisine yapılan eleştirilere tahammül gösteremiyor, bu da onu daha kibirli hale getiriyor. Bu haleti ruhiye giderek iç ve dış politikaya da yansıdı. Mesela Cumhurbaşkanı kendi ülkesinin içinde bu kadar kan akarken Gazze’deki kanı durdurmaya soyunuyor. Bunun için İsrail’le çatışmayı göze alacak atraksiyonlar yapıyor, sonra hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. İran’ı bağlamaya, Suriye’yi dizayn etmeye uğraşıyor. Suriye’den tehdit gelecek vehmini yayarak yeni bir savaşın peşinden koşturuyor. Büyük sığınmacı dalgalarına tabi kılıyor ülkeyi. Müttefik olması gereken Kürtleri hedefe koyarak hem içerde hem de dışarda işini zorlaştırıyor.
Ancak bu öfkeli ve kibirli halin ve gidişin Türkiye’ye kazandıracağı bir şey yok, Sonuçta “İktidar bozar; mutlak iktidar mutlaka bozar” sözü akla geliyor. O halde yeni bir alternatife ihtiyaç var. Kim ve nasıl? Başta CHP olmak üzere diğer muhalefet partileri bu süreçte ne yapabilir? Ulus-devletin, bilerek veya bilmeyerek Soğuk Savaş’ın eskimiş paradigmalarından medet umdukları sürece bu anlayışların büyüme şansları yok. Bu tam tersine yıllardır AKP’nin daha reformcu, Erdoğan’ın daha cesur algılanmasına yol açtı. O halde siyasetin en önemli unsuru olarak değişimi esas almalılar artık. Değişerek, değiştirmeliler.
Bu da başka bir yazının konusu.
Yorum Yazın