Tam bir curcuna içinde olan siyaset sahnesinde bence son günlerin en anlamlı olayı Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ülkenin Cumhurbaşkanı’na, “gözlerinin içine baka baka” hukuki bir gerçeği söylemesiydi. Çünkü böyle şeyler sık olmuyor. O dünyada insanlar arkadan konuşmayı, uzaktan laf sokuşturmayı, öksürür gibi homurdanmayı tercih ediyorlar.
Rahmetli Çelik Gülersoy, “Biz söylemekten çok söylenmeyi severiz” demişti ki hala doğrudur. Muhatabının karşısına geçip açık açık konuşanlara pek rastlanmaz. Mırın kırın edebiyatı ise yaygındır.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan yeri göğü sarsan devrimci bir şey mi söyledi? Yoo! Sadece Anayasa’nın “Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulması zorunludur” diyen Anayasa Maddesini (153) tekrar etti. Ancak bunu o maddeyi önemsemeyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önünde yapması olaya tarihsel bir önem kazandırdı!
DOBRA DOBRA KONUŞMAK
Ta antik çağdan beri felsefede buna “parrhesia” diyorlar. Doğru olanı ya da gerçeği, muhatabına, lafı dolandırmadan dobra dobra söylemek; bunu, bedel ödemeyi göze alarak iktidardakilere karşı yapmak!
İnsanlık tarihinde yıldızın parladığı anların birçoğu “parrhesia”lardır. Çünkü insan, kısa süreli çıkarlarına köle olmuş, kalabalığa karışarak işi idare etmekten yana zayıf karakterli bir yaratıktır.
Dediğim gibi, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın söyledikleri zaten Anayasa’da olan şeylerdi. Ama bunu iktidarın başına hitaben herkesin önünde söylemesi onu, başta bizim Sinoplu Diyojen ve çağdaşımız Michel Foucault olmak üzere, filozofların takdir edeceği insan konumuna çıkarıyordu…
Aslında, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamanın ilerde Anayasa’yı ihlal davalarında maddi delil olarak değerlendirilebileceğini söylese onlardan alacağı puan daha yükselirdi. O kadar ileri gitmedi. Ama korku ve çıkarlar nedeniyle çoğu insanın karnından konuştuğu bir ortamda bu kadarı bile, Nisan’da görevi biten Arslan’ın, şeref kürsüsünde bir bronz madalya almasına yetti.
Altın madalyaların çoğu M.Ö. 4. Yüzyıl’da Sinoplu Diyojen’e girmişti. Etki altında kalmamak için mal mülk her şeyden vazgeçmiş olan ve bir su borusunun içinde yaşayan “köpekli” Diyojen, Büyük İskender’e bile yaranmaya çalışmamıştı. İskender başına dikilip ona “Dile bende ne dilersin?” diye sorduğunda güneşi gösterip “Gölge etme, başka ihsan istemez!” demişti. Bizim insancıklar herhalde “Haşmetmeap, şu bizim imar planını biraz genişlet, hem güneşimiz artsın, hem de inşaatımız!” derlerdi.
KENDİNE FENER TUTMAK
Bir çeşit Doğrucu Davut’luk olarak da tanımlayabileceğimiz “parrhesia” siyaset dışındaki ilişkilerde de uygulanabilir. Dobra dobra konuşmamız gereken ama bunu yapmadığımız o kadar çok alan var ki.
Geçenlerde yakın bir arkadaşımın yaşı kırkı geçmiş kızına rastladım. Yaşlı ve hasta olan arkadaşım perişan, her türlü ilgiye muhtaçtı, ama kızı onu defterinden silmişti. Doğrucu Davutluğum üzerindeydi ve niçin babasıyla hiç ilgilenmediğini doğrudan sordum.
Babasının geçmişte yaptığı hataları sıraladı. Haklıydı.
“Ama ben, geçmişten değil, bugünden ve yarından söz ediyorum,” dedim. “Babanla muhtaçken ilgilenmemek seni net kötü insan yapar. Hasta ve yaşlı babanın şurada üç beş yıllık ömrü var. Sen daha 40-50 yıl yaşayacaksın. Bu uzun süreyi kötü insan olarak yaşamak seni rahatsız etmeyecek mi?”
Diyojen’in fenerini tutmuş oldum. Bakalım bir etkisi olacak mı?
Bu feneri arada bir kendimize tutmakta da yarar olabilir. Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Duyarsız, acımasız, riyakar, bencil olduğumuz kim bilir ne haller var?
Kısacık hayatlarımızı yarım yamalak doğrular ve ilişkilerle tüketip gidiyoruz. Diyojen’in fenerini kendimize yöneltmekten ödümüz kopuyor.
Yorum Yazın