Lemi Özgen

Lemi Özgen


“Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan”

“Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan”

Soluk sarı renkteki kalın taş duvarları, dört köşesinde göğe doğru yükselen sivri kuleleri, uzanıp giden ışıksız pencereleri ile gün ışığında bile ürkütücü olan kışla, gecenin ilerlemiş saatlerinde daha da korkutucu bir hal aldı.

Askeri araçtan indirildi ve nedense koşturularak kışladan içeriye sokuldu. Elleri kelepçeliydi. Gecenin bir yarısıydı. Her taraf asker doluydu. Kışlanın önü deniz, arkası mezarlıktı. Kısacası kaçması asla mümkün değildi ama her iki koluna girmiş olan askerler, ona durmadan ‘koş, koş’ deyip,  sürüklüyorlardı.

Mecburen koştu. Elli altı yaşının ve yüksek tansiyonunun izin verdiği kadar hızla koştu. Nefesi kesilinceye kadar koştu. Nöbetçi subayın odasına girdiler. ‘Evrak teslimi’, ‘hüviyet tespiti’. Sonra biraz soluklandı.

Odaya doğru yaklaşan koşma sesleri duydu. Kalp atışları iyice hızlandı. Bembeyaz olmuş yüzünü ve dehşetle açılmış gözlerini kapıya dikti. Önce askerler girdi içeri. Sonra da tıpkı kendisi gibi zorla koşturuldukları için nefes nefese kalmış, elleri kelepçeli sivil insanlar gördü. Beş kişi. Hepsi de arkadaşı olan beş insan.

Bakakaldı. Onları buraya yakıştıramadı. Daha geçen yaz bu insanlarla birlikte masmavi bir dünyada olduklarını anımsadı. Giritli İsa Kaptan’ın gece mavisine boyanmış, Bodrum işi şıkırdım guletindeydiler. Geniş kıç güvertede ya da bangaçada oturmuş, sohbet ediyorlardı. Kekova’dan, Kalkan’dan, Kaş’tan geçiyorlardı. Tepeden tırnağa mavilikler içindeydiler. İskele tarafındaki uzak Yunanistan kıyıları sisli mavilere bürünmüştü. Sancak tarafındaki yakın Türkiye kıyıları ise, içinde yer yer zakkum pembelerinin patladığı, nefes kesici bir lavanta mavisiyle kaplanmıştı.

Bu kıyılarda eskiden oturmuş ve Akdeniz’in bu hoppa sularında tıpkı kendilerinin yaptığı gibi tekne yürütmüş olan eski hemşerilerden söz etmişlerdi. İşte şu karşı yamaca dantela gibi işlenmiş kaya mezarlarının sahipleri olan Likyalılar ile Lidyalılar, Karyalılar, Misyalılar, Leleglerden konuşmuşlardı.

Oysa şimdi buradaydılar. Bir gece yarısı, elleri kelepçeli, neyle suçlandıklarını bile bilmeden, dipsiz koridorlarla, bitimsiz merdivenlerle örülü, dev gibi kocaman bir askeri kışlada, başlarına ne geleceğini asla kestiremeden, öylece oturup duruyorlardı.

İçi daraldı. Kendisini yüreklendirecek bir şeyler düşünmeye çalıştı. Yeniden o mavilikleri, o mavi kıyıları aklına getirmeye uğraştı. Küçücük bir serpme ağla koca koca akyaları, ahtapotları avlayan balıkçıları düşündü ve ansızın gülümsedi. ‘Balıkçı” gelmişti aklına. Balıkçı. O koca adam. O her şeye sadece dudaklarıyla değil, gözleriyle de gülen adam. O tanısın ya da tanımasın, karşılaştığı her insana canı gönülden bir “merhaba” çeken adam. O mavi sürgün. O Halikarnaslı güzel adam.

Utandı. O adamın kendisine olan aşkını düşündü. Yıllarca hiç bıkıp usanmadan yolladığı mektupları düşündü. ‘Merhaba canım merhaba’ diye başlayan mektupları düşündü. ‘Sende bütün insaniyeti seviyorum, sen dünyanın bana verdiği mükafatsın’ diye biten mektupları düşündü.

Derken, adamın son mektuplarından birinde, ‘ben öldükten sonra en güzel yazıyı senin yazacağını düşünüyorum da ölesim geliyor yahu’ diye yazmış olduğunu hatırladı. Dayanacak gücü kalmadı. Bayıldı. İçinde yangın mavisi kıvılcımların çaktığı koyu bir karanlığa doğru yuvarlandı…

Yazar, gazeteci, çevirmen ve arkeolog Azra Erhat, askeri darbeden birkaç ay sonra tutuklanıp getirildiği Selimiye Kışlası’ndaki odada, aynı gece evlerinden alınarak getirilen arkadaşları Yaşar Kemal ve eşi Tilda Gökçeli, Sabahattin Eyuboğlu, Magdelena Ruffer ve Vedat Günyol’u görünce dayanamayıp bayıldı. Dört ay sürecek olan tutukluluğunun başlangıcıydı bu.

Azra Erhat 4 Haziran 1915’te İstanbul’da doğdu. 1939’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni bitirdi ve aynı fakültenin Klasik Filoloji Bölümü’nde asistan olarak çalışmaya başladı. Klasik Yunan destanlarını Türkçeye çevirerek, Anadolu’da eskiden kurulmuş uygarlıkların günümüzdeki etkilerini incelemek istiyordu. Yapamadı çünkü üniversiteden atıldı.

Erhat, 1949-1950 arasında Yeni İstanbul ve Vatan gazetelerinde çalıştı. Yeni Ufuklar dergisinde, hümanist görüşlerini ortaya koyan yazılar yazdı. Batı uygarlığının kökenini Anadolu’ya dayandıran ve Anadolu’da kurulmuş tüm uygarlıkları bir bütün olarak gören bu yazıları yazarken, kendisiyle aynı görüşleri paylaşan ‘Halikarnas Balıkçısı’ Cevat Şakir Kabaağaçlı ile tanıştı.

Arkadaş ve dost oldular. Aslında aralarındaki yakınlık düpedüz  aşktı ama bunu uluorta söylemekten çekindiler, kendilerine sakladılar. Balıkçı’nın ölümüne kadar birbirlerine yüzlerce mektup yazdılar. Kabaağaçlı, Erhat’a ‘merhaba canım merhaba’  diye başlayan ve hepsi de edebi bir metin tadında olan mektuplar gönderdi. Bazıları ‘daha hiç ilanı aşk etmedim bu mektupta, oldu mu ya’ diye biten bu mektupları Azra Erhat daha sonra ‘Mektuplarla Halikarnas Balıkçısı’ adıyla kitaplaştırdı.

Erhat’ın ‘Anadolu topraklarında kurulmuş olan bütün uygarlıklar bizimdir’ diye özetlenebilecek olan görüşleri, değişik kesimlerden değişik eleştiriler aldı. Azra Erhat, bu eleştirilerin yoğunlaştığı bir sırada, Atatürk’ün ünlü Troya kahramanı Hektor’un bir çeşit devamı ve mirasçısı olduğunu öne sürerek, eleştirilerin daha da artmasına yol açtı. Erhat, Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşları’nın sonlarına doğru “ben Troyalı Hektor’un öcünü aldım” diye konuştuğunu iddia etti.

Mavi Anadolu, Mavi Yolculuk, İşte İnsan-Ecce Homo, Mitoloji Sözlüğü, Mektuplarla Halikarnas Balıkçısı, Troya Masalları, Karya’dan Pamfilya’ya Mavi Yolculuk ve Homeros adlı deneme ve gezi yazılarını kaleme alan Erhat, Sabahattin Eyuboğlu ve A. Kadir ile birlikte yaptığı Hesiodos, İlyada ve Odysseia çevirileriyle de ünlendi.

Anılarında hep ‘ben çirkin bir kadınım’ diye yazan Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’in kendisine aşık olmasıyla hayatının nadir mutlu dönemlerinden birini yaşadı. Balıkçı’nın 1973 yılında ölmesinden sonra bu mutluluk da sona erdi. 12 Mart döneminde askeri yönetim tarafından tutuklandı. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 3 Numaralı Askeri Mahkemesi’nde yargılandı. İlk duruşmada tahliye edildi ama duruşmaya çıkıncaya kadar da dört ay tutuklu kaldı.

Yaşamını ve hapiste geçirdiği günlerin bir bölümünü, yeğeni Gülleyla’ya yazdığı mektuplardan oluşan En Hakiki Mürşit adlı kitabında anlattı. Nedir, cezaevinde geçirdiği günlerin hiçbir ayrıntısını kaleme almadı. Sadece, Pir Sultan Abdal’ın dizelerinden bir örnek vererek, “Bir gün mahşer olur divan kurulur/Suçlu suçsuz varsa orda bulunur/Piri olmayanlar anda bilinir/Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan…” demekle yetindi.

Mavi yolculukların yazarı Azra Erhat, 6 Eylül 1982’de mavi bir karanlığa yelken açtı… 

telif

Makale Yorumları

  • Ferruh Yavuz 27-03-2022 06:35

    Lemi Özgen bu hafta Bodrum’un gönüllü sürgünü Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı) ile Azra Erhat arasında bir ömür süren samimi dostluğa ve Erhat’ın bizim için kendine çizdiği yolu nedeniyle olağanüstü dönemde karşı karşıya kaldığı zor günlerine ve işte o yolun tamamında Anadolu ve Ege’nin antik tarihinde bir ömre sığdırabildiklerine değinir. Erhat ve takipçileri eserleriyle bizlere insanın, insanlığın geçtiği evreleri anlamamıza katkıları ölçülemezdir. İşte, onlardan bir kuple: Hesiodos’a göre başlangıçta Khaos vardı. Sonsuz bir boşluktu Khaos. Bu boşluktan Gaia (Toprak Ana) doğdu ilkin; sonra Ölüler Ülkesi’nin en derin yeri Tartaros; sonra Eros (Aşk); sonra yeraltı karanlığı Erebos’la yeryüzü karanlığı Nyks (Gece) doğdu. Erebos ve Nyks birleşerek Aither’i (Esîr), yani dünyayı saran hava tabakasının üstündeki arı ve ışıklı Gök’ü ve Hemera’yı (Gün) meydana getirdiler, der Bedrettin Cömert, Mitoloji ve İkonografi adlı kitabında, Evrenin ve Tanrıların Yaratılışını böyle aktarır. Homo Sapiens’ten itibaren insan böyle kavradı üzerinde yaşadığı dünyayı. Günlük maişetinin peşindeyken hareketli yer kabuğu, kabaran deniz, şimşeklenen gökyüzü ve dışarıdaki tabiatla, vahşi canlılarla, alanı korumak ve yeni alanlar elde etmek üzere kendi benzerleri ile mücadelesine yardım etmesini istediği güçleri bu adlarla çağırdı; onlara şiirler okudu, törenler düzenledi, sözler verdi, adakları sundu. Lakin insan atamız her defasında ihtirasına, nefsine yenildi, tanrılarına verdiği sözü tutmadı ve sonlu ile sürekli arasında bitmeyen çekişme başladı. Bu çekişmenin oluşturduğu mitolojik kültürü bize aktaranlarla bağ kurmamızı sağlayanların başında yer alan Azra Erhat, Eski Yunan’ın en büyük destanlarını Homeros’un ağzından bir olayın anlatıldığı İlyada’yı, bir kişinin anlatıldığı Odysseia’yı Eski Yunanca aslından çevirip kültürümüze armağan etti. Üstelik bu çevirilerde şair A. Kadir’in katkısıyla bizlere destan formunda okuma şansını verdiler. ****Truva savaşını kazandıktan sonra evine, evinde kendisini bekleyen dünya güzeli karısı Penelope’ye kavuşmak üzere yola çıkan Odysseia’nın destanı böyle başlar: “Anlat bana, tanrıça, binbir düzenli yaman adamı, kutsal Troya'yı yerle bir etmişti hani, / sonra sürünmüş durmuştu ordan oraya, / ne çok yerler görmüş, ne çok insan tanımıştı, / ne çok acı çekmişti denizlerde yüreği, / kurtarayım derken kendi canını, / yoldaşlarına dönüş yolunu açayım derken... / Ama gene de kurtararnadı onları bir türlü, / taşkınlıkları yüzünden hepsi yok oldu, / Güneş Tanrı'nın sığırlarını yemiş, budalalar, / yücelerin oğlu da kapatmış onların dönüş yolunu.” (Bknz; Odysseia, Homeros, çev. Azra Erhat, A. Kadir, Can Yayınları, 21.basım, Ekim 2008, sf.43)

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar