Antik Yunan filozoflarının iklim değişikliği üzerinde etkili olduklarını düşünüyorum. Bu hafta okuduğum bir röportajdan sonra bu düşüncemde kendimi iyice haklı buldum. Çünkü Antik Yunan filozofları her şeyin insan için olduğunu savunurlar. Yani dünyanın efendisi insanlardır onlara göre. İşte bu efendilik tavrının dünyaya etkisini bir “insan uzmanı”nın röportajında okuyunca sizler ile paylaşmak istedim., Özetle deniliyor ki röportajda “Ey insanoğlu ; ayağını denk al, dünyanın efendisi değilsin. Hatta bu biyoçeşitlilik içinde hiçbir şey değilsin.” Yani ben böyle yorumladım.
Yorkville Üniversitesi Genel Çalışmalar Programı Öğretim Üyesi, The Posthuman Lab Kurucu Direktörü ve Journal of Posthumanism Kurucu Editörü “Dr. Çağdaş Dedeoğlu’nun Ekoiq dergisine verdiği röportaj, bir “had” bildirme yazısı olmuş adeta.
“Neyi konuşursak konuşalım, herhangi bir kimliğin siyaseten temsili veya başka bir konu da olsa sorunun temelinde iklim değişikliği meselesi ve bundan nasıl etkilendiğimiz sorusu yer alıyor” demiş Dedeoğlu. O kadar doğru bir tespit ki; işte İstanbul’u sel aldı götürdü birkaç gün önce; Arnavutköy ve Başakşehir ilçelerine bir saat içinde metrekareye tam 128 kilogram yağış düştü. Türkiye’nin yıllık yağış miktarının 500 civarlarında olduğu düşünüldüğünde, İstanbul’da hayatı felç eden, can kayıplarına neden olan bu yağmur miktarının ne kadar çok olduğunu anlamak hiç de zor olmasa gerek. Ülkemizde yaşanan sel felaketleri Yunanistan, Hindistan ve Brezilya’da da eş zamanlı yaşandı. Tüm ülkelerde ölümler var.
Aşırı hava olayları bunlar. Evet 100 küsur sene önce de benzer yağışlar olmuş. Hong Kong mesela son 139 yılın en şiddetli yağışını yaşadı geçtiğimiz hafta. Ama artık yağış sıklıkları eskisine göre daha az, şiddeti ise daha fazla. Bir de yine insan eli ile yanlış yapılaşma etkisi eklenince, sonuç felaket oluyor.
Her kesimi farklı etkilediği için hala insanoğlu olayın tam farkında değil. Selden etkilenmemiş ise evler arabalar, yoksa bir can kaybı, sadece bir TV ya da sosyal medya haberi birçok kişi için bu olaylar. Yâ da geçimini tarladan sağlamıyorsa vatandaş, sıcaklıklar nedeni ile yaşanılan düşük ürün rekoltesi pek umurunda değil insanların; pazarda manavdaki fiyatları görene kadar.
Röportaja dönecek olursam, “İklim Değişikliği”ni birkaç kavram yardımı ile anlatmış Sayın Dedeoğlu.
İlki “İklim Adaleti” kavramı. Dedeoğlu, bu kavramı farklı noktalardan değerlendirmiş. İlk nokta; “hem ülkeler hem de ülkeler içerisindeki farklı statü grupları açısından iklim değişikliğinin etkilerinin orantısız olması.”
Yani; bir ülke üretimi ve tüketimi ile yaydığı emisyonlar ile (kirli gazlar diyoruz biz bunlara halk dilinde) iklim değişikliğine sebep olurken, bir başka ülkenin ne böyle bir üretimi nede böyle bir tüketimi var. Üreten, tüketen ülkede yaşayanlar konfor içindeyken, üretemeyen ve tüketmeyenler yokluk içinde yaşıyorsa, iklim değişikliğinden kaynaklanan sorunlar bu zavallı ülkede daha çok görülüyorsa, işte bu konular “iklim adaleti” başlığı altına giriyor. BM Uluslararası Göç Örgütü çok yeni bir açıklama yaptı. Açıklamaya göre, “Afrika ülkeleri, iklim değişikliğinin etkilerine karşı en savunmasız ülkeler arasında yer alırken kuraklık, sel, aşırı hava sıcaklıkları ve yükselen deniz seviyeleri gibi iklim krizinin korkunç etkilerini yaşıyor. 2022’de Afrika’da 7,5 milyondan fazla kişinin doğal afet nedeniyle yerinden edildiği kayıtlara geçti.”
“Meselenin bir diğer boyutu literatürde çevresel ırkçılık ya da çevre temelli ırkçılık şeklinde tanımlanıyor. “ demiş Dedeoğlu ve şöyle devam etmiş. “Türkiye’de hâlâ bu boyut çok dikkate alınmıyor. Henüz üstü kapalı kalsa da Türkiye açısından da farklı etnik kimliklerdeki grupların bu meselelerden farklı şekillerde etkilendiğini söyleyebiliriz.”
Derken “çevresel ırkçılık” kavramının ne demek olduğuna bir hatırlatma yapmak istiyorum burada. Bu hatırlatma bakalım bize ülkemizin nerelerinde “çevresel ırkçılık” yaşanıyor çağrışımı yapacak?
“Çevresel ırkçılık” kavramı ortaya atan kişi, Afrika kökenli Amerikalı bir sivil hakları lideri olan Benjamin Chavis. İddiası ise, çevre politikası ve uygulamalarında ırk ayrımı gözetildiği yönündeydi. Ona göre ırkçılığa uğrayan, ötekileştirilen topluluklar, aynı zamanda toksik atık tesislerinin etrafında yaşamaya maruz bırakılıyordu. 1980’lerin başında ortaya atılan bu kavram ile büyük bir tartışmayı da beraberinde getiriyordu.
“Bugün eğer ki bir birey veya topluluk; din, dil, ırk veya sosyo-ekonomik durumu sebebiyle kanalizasyon, maden, çöplük ve elektrik santralleri gibi toksik atık kaynaklarına yakın yaşamak veya çalışmak zorunda bırakılıyorsa açıkça çevresel ırkçılığa uğruyor demektir. Buradaki toksik madde, hava kirletici partikül maddelerden yer altı veya üstü suları kirleten kimyasal atıklara ve asbest kirliliğine kadar çeşitlilik gösterebilir. “
Bu bilgiler ile neler hatırladık dersiniz? Benim aklıma ilk gelen deprem bölgesindeki asbest zengini hafriyatlar oldu mesela. Bir diğer aklıma gelen ise Afşin Elbistan’daki kömür santralleri nedeniyle karın artık orada beyaz değil siyah yağması. Ve elbette orada yaşamaya çalışan insanlar. Ya sizin aklınıza gelenler?
Anlaşılan o ki “çevresel ırkçılık” bugün, her yerde olabiliyor. Ayrıcalıklı bir kesimde değilsek, yani zengin değilsek, çevre kirleticiler sebebi ile daha erken yaşlanıyor ve daha erken ölüyoruz. Hatta öldürülüyoruz. Sadece insanlar değil, bütün canlı yaşamı bundan nasibini alıyor. Hani yok olan biyoçeşitlilikten söz ediliyor ya. İşte çevresel ırkçılık, biyoçeşitliliğin yok olmasının ve adaletsizliğin ta kendisi.
Bu noktalar üzerinden bakıldığında sorunun temelinde,
“İnsanın, evrenin merkezinde konumlandığı bir anlayış” olduğu tespiti var röportajda. Buna Egosantrizm diyoruz. İnsanın düşünen bir varlık olarak çok önemsendiği, insanın, kendini ve düşüncelerini dünyanın merkezine yerleştirdiği bir tespit bu. Dedeoğlu şu ifadeler ile devam ediyor sözlerine.
“Düşünen insan” fikri biraz fazla abartılıyor bence. Mesela bazı bilişsel psikologlara göre insan beyni düşünmek üzere tasarlanmış bir organ değil. Böyle olmadığı için de insanın beynine düşünmeyi “öğretmesi” gerekiyor. Yani bu kişisel bir yolculuk. Ancak aile, kültür ve diğer yapılar içerisinde bu, aynı zamanda toplumsal bir yolculuk.
Egosantrizmi kısaca böyle özetlemek mümkün. Bir de Ekosentrizm var. Bu da egosantrizmin karşısında olan çevreyi merkeze alan bir dünya görüşü. İklim Krizinin önlenmesi adına yapılan eylemler, aktivizmler işte bu görüşün örnekleri. İklim Değişikliği meselesini bir karşıtlık olarak görmenin ötesinde bir dert olarak görmek gerektiğinin altını çizmiş Dedeoğlu ki ben de aynı düşüncedeyim. Bu dünyayı varoluş üzerinden düşünmek gerekiyor. Bu düşünce bazı soruları da beraberinde getiriyor. Örneğin;
- Bu dünyanın varoluş sebebi sadece insanlar için mi?
- İnsan üstün bir varlık mı?
- İnsan istisnai mi?
- Biyolojik çeşitlilik insanlar için mi var olmuş?
İnsanın ne olduğu konusunda düşünmeye başladığımızda “İnsan diğer canlılarla ilişkisini nasıl kurmakta ve bu ilişki nasıl kurulursa çevreyle ilgili, politik ve sosyal açıdan adalet tesis edilebilir?”
İşte bu sorunun cevabı çok önemli.
Örneğin; “Biyolojik çeşitlilik kaybına etkisi olan insan üstünlüğü düşüncesi yaklaşımı” adına olumlu adımlar atılabilir. Özetlemeye çalıştığım röportajda da belirtildiği gibi, “Biyolojik çeşitlilik” ifadesi insanı merkeze almış ve üretilmiş bir ifade. Sanki o çeşitlilik insanlık içinmiş gibi. Hâlbuki canlılığın kendi içerisinde bir değeri var ve bu değer insandan bağımsız bir değer. Hatta bazen, mümkünse insandan bağımsız kalması daha da iyi sonuçlara yol açabiliyor.
Yazılarımda sık sık yazıyorum insanlar yok olduğunda karıncalar bunu fark etmez ama karıncalar yok olursa insanlar bunu fark eder. Çünkü; o kafalarında taşıdıklarını, hatta çoğu zaman yuvalarına yemek götürüyorlar diye düşündüğümüz tabloyu göremez isek; aç kalırız. Milyonlarca yıldır bu ekosistemin bir parçası olan karıncaların birçok farklı bitkiden topladıkları tohumları bir yerden başka bir yere taşırken toprağın beslenmesini sağladıklarını anlamaz isek, aç kalırız... Kısacası Dünyanın efendileri karıncalar mı bilmiyorum ama insanların yani bizim olmadığımızı biliyorum.
Yorum Yazın