Duvardaki çifte pandüllü, ağır zincirli, konsolu abanoz ağacından yapılmış İsviçre saati, boğuk sesli gonglarla vaktin gece yarısına geldiğini duyurdu. Birisi elektrik düğmelerine dokundu. Tavandaki kristal avizelerden yayılan ışık söndü. Bütün perdeler sıkı sıkıya kapatıldığı ve ayrıca kalın siyah kumaşlarla pencereler örtüldüğü için, ağır ve kapkara bir karanlık her yanı kapladı. Sonra ortalığa kükürt kokusu yayan bir kibrit çakıldı. Bu kibritle tutuşturulan bir tek mum, üzeri çintiyani motiflerle süslü siyah bir örtüyle kaplanmış kocaman yemek masasını cılızca aydınlattı. Yuvarlak masaya oturmuş altı kişi, mumun ölgün ışığında bile pırıl pırıl parlayan büyük porselen fincanı ve içine harfler ile bazı kelimelerin yazılı olduğu kartonların konmuş bulunduğu Allura kırmızısı kadifeyle kaplı altıgen kutuyu gördüler. Masanın etrafında bulunanlardan Bedri Ruhselman adındaki doktor, Gayret Kitabevi sahibi Mösyö Garbis’in ‘Cinlerle Muhabere’ adlı kitabından bir iki satır okudu.
Gramofondaki taş plakta saatlerdir çalmakta olan Paganini’nin ‘Şeytan Trilleri’ sonatının keman için düzenlenmiş sol minörünün son mezuru da bitti. Derin bir sessizlik oluştu. Kinolin sarısı cam bir fanus içinde yanmakta olan mum, nerden geldiği belli olmayan fısıltılı bir esintide bir iki titredi. Ruhlar konusunda yaptığı çalışmalarla daha sonra Türkiye’nin bu alandaki en tanınmış ismi olacak Bedri Ruhselman, zor duyulur bir sesle herkesin parmaklarını fincanın üstüne koymasını istedi. Böylece 1946 yılının rüzgarlı bir ekim gecesinde, Ankara’da yeni yapılmış bir apartman dairesinde görünüşte olağan bir ruh çağırma toplantısı başladı.
Bu toplantıya katılmayı sürekli olarak reddeden, sonunda arkadaşlarının ısrarlarından kurtulmak için buraya adeta sürüklenerek gelmiş olan adam da isteksizce parmağını fincanın üzerine koydu. Bir iki dakika hiçbir şey olmadı. Sonra her şey hızla gelişti. Fincan sarsıldı. Kapağı açılan altıgen kutudan fırlayan harfler ve kelimeler bir sürü cümle oluşturmaya koyuldu. Masadakiler bu cümleleri okumaya çalışırken, toplantıya zoraki olarak katılan adam, ağzı bir karış açık, gözleri yuvalarından fırlamış bir şekilde tavana bakmaya başladı. Mumun aydınlatamadığı karanlık tavanda, ince bir ışık demeti içinde bir Mevlevi dervişi sema yapıyordu. En çok yirmi santimetre boyundaki derviş, başını sol yanına yatırmış, kollarını göğsünde çaprazlamış, durmadan dönüyordu.
Toplantıya katılmak istemeyen adam parmağını tavanda sema yapan dervişe kaldırarak onu arkadaşlarına da göstermek istedi ama masanın çevresindekilerden hiçbiri Mevlevi dervişini görmüyordu. Adam sandalyesine tutunarak zorlukla ayağa kalktı. Kekeleyerek ‘bakın’ diye dervişi yine arkadaşlarına göstermek istedi, fakat yine hiç kimse dervişi göremedi. Dervişi biraz daha izleyen adam da hafif bir çığlık atarak yere düştü. Bayılmıştı…
Türk şiirinin ‘Beş Hececiler’ diye bilinen akımının en özgün isimlerinden biri olan Enis Behiç Koryürek, o gece hiç istemeden katıldığı ruh çağırma toplantısında gördüğünü iddia ettiği bu sahneden sonra bayıldı. Arkadaşlarının yardımıyla kendine gelince de, onlara Mevlevi dervişini anlattı. Oysa Koryürek’ten başka, toplantıya katılanlardan hiçbiri dervişi görmemişti.
O zamanlar ‘ruh doktoru’ diye adlandırılan Bedri Ruhselman’ın ısrarıyla toplantı sürdürüldü. Bu kez Koryürek de cismen görmedi ama derviş, harfler aracılığıyla oradakilerle ‘konuştu”. Adının Süleyman Çelebi olduğunu ve şiir yazdığını söyleyince toplantıdakiler onun Mevlut yazarı Süleyman Çelebi mi olduğunu sordular. Enis Behiç’in sonradan yazdıklarına göre ‘ruh’, bu soruya karşılık kendisinin Çedikçi Süleyman Çelebi olduğunu, Haliç’in donduğu kış Üsküdar’da hastalandığını, iki yıl sonra da memleketi olan Trabzon’da öldüğünü söyledi ve ‘mezarımın üstü şimdi bahçedir’ dedi.
O zamana kadar milliyetçi duygularla yüklü şiirler yazan, koyu bir Atatürk hayranı olan Koryürek, o ruh çağırma gecesinden sonra bambaşka biri oldu. Hem kendisi, hem şiirleri hem de hayatı değişti.
Enis Behiç Koryürek 1892’de İstanbul'da doğdu. Üsküp ve Selanik’te okudu. Mülkiye’yi bitirdikten sonra Dışişleri Bakanlığı’na girip diplomat oldu. Budapeşte ve Bükreş Türk Büyükelçiliklerinde çeşitli görevler yaptı.
Yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik, devletçilik, halkçılık gibi o zamana kadar duyulmamış ilkelerini ve sıkı sıkıya bağlı olduğu Kemalizm’i halka anlatabilmek için sürekli olarak Anadolu gezilerine çıkan Enis Behiç Koryürek, 1946 yılının ekim ayındaki o tuhaf geceye kadar bu tutumunu sürdürdü. O geceden sonra ise bambaşka bir Enis Behiç Koryürek ortaya çıktı.
Koryürek, Çedikçi Süleyman Çelebi olduğunu öne sürdüğü bu ‘ruh’la görüşmelerini tam iki yıl sürdürdü. Günlerden bir gün elinde bir şiirle arkadaşlarına gitti. Şiir ‘O inkarcıya cevabımdır’ başlığını taşıyordu ve Koryürek’in ifadesine göre, o gece kendisini ziyarete gelen Çedikçi Süleyman’ın ruhu tarafından bizzat Koryürek’e yazdırılmıştı.
Koryürek’in o güne kadar yazdığı şiirlerden çok farklı kalıp ve kelimelerle dolu olan bu şiirde, Çedikçi Süleyman kendisini inkar eden Koryürek’in arkadaşlarına verip veriştiriyordu. Onlara ‘Yoktur demekle var olanı yok mu eyledin’ diye soruyordu. Enis Behiç buna benzer satırlarla dolu şiirin Çedikçi Süleyman tarafından yazdırıldığını söyleyip, bunda sonuna kadar direnince ipler koptu. Edebiyat çevreleri, Enis Behiç’e biraz da acıyarak çevresinden uzaklaştılar.
Edebiyat çevreleri Enis Behiç’in kitabını tartışırken, Arusi adlı bir tarikatın şeyhi olduğu söylenen ve gerçekten de özellikle Güneydoğu Anadolu’da binlerce müridi bulunan Ömer Fevzi Mardin ortaya çıktı ve Enis Behiç Koryürek’in kitabı Varidat-ı Süleyman’ın Cebrail aracılığıyla Koryürek’e yazdırılmış, bütün kutsal kitapların özü niteliğinde bir ‘hak sesi’ olduğunu iddia etti.
Bu iddiaları saçma ve günah olarak nitelendiren başka dini topluluklar ise, Enis Behiç’in bir ‘ruh’un kendisine yazdırdığını iddia ettiği kitaptaki bütün bilgilerden haberdar bulunduğunu, çünkü kendisinin gizliden gizliye Mehmet Ali Ayni adlı bir Mevlevi şeyhinin öğrencisi olduğunu, o sıralarda devlet memuru olduğu için bunu gizlediğini, 1945’ten sonra Türkiye’de dini akımlar yeniden güçlenmeye başlayınca Enis Behiç’in de Mevlevi yönünü açığa çıkardığını söylediler.
Tartışmalar edebiyatla hiç ilgisi olmayan bir alana taşınca, Enis Behiç Koryürek’in şairliği ve şiirleri de hak ettiği ölçüde tartışılamadı. Varidat-ı Süleyman adlı kitabı da yeterince değerlendirilemedi.
Neyse ki Enis Behiç Koryürek’in sözlerini yazdığı ve birçok insanın bildiği, söylediği, vals olarak çalındığında dans ettiği ‘Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler yıllar ‘ şarkısı, bu tartışmaların dışında kaldı ve Enis Behiç’in edebiyatçı yönünün unutulmamasını sağladı.
Kim bilir? “Ey ruh…”
Lemi Özgen’in anlattığı, evinde gerçekleşen o ruh çağırma seansını Fethi Tevetoğlu; “Enis‟in katıldığı toplantıda alınan ilk tebliğ şudur: “Ben aşk-ı ilahi ile yandım da uyandım, / Her zerre rimadımla mükerrer yine yandım. / Anladık ki gelen ruh, bir şaire aiddir. Üstelik aruzla yazdırmakdadır. Bu, Çedikçi Süleyman Çelebi‟nin ruhuydu. Enis bu ilk tebliğden sonra birdenbire değişiverdi. Konu üzerine ciddiyetle eğildi. Artık ortada eski Enis Behiç yokdu.” diye, böyle anlatır. (Fethi Tevetoğlu Fethi , Enis Behiç Koryürek, Hayatı ve Eserleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985, s.107) ***** Şair, bu olaydan sonra ömründen geri kalan üç yılını Varidat-ı Süleyman’ın ortaya çıkmasına ayırır. Bu süreçte, Semiha Ayverdi’den, Rıfai Tekkesi şeyhi Kenan Büyükaksoy’la görüştürmesini rica eder. S. Ayverdi, 23 Nisan 1948’de gerçekleşen bu görüşmeyi Mülakatlar kitabında şöyle aktarır: “E. B. Koryürek- Efendim benim müşkillerim çok, sizi rahatsız edecek miyim bilmem? Ben feyzinizi, nurunuzu istiyorum, buna ihtiyacım var. Kenan Büyükaksoy- Beyefendi, insanı Allah‟a yaklaştıran mahlukat-ı İlahiyeye şefkattir. Ne idi Samiha, İstinye Camiinde gördüğümüz hadis-i şerif? S. Ayverdi- “Ekmelu‟l- Mü‟mine imanen ahsenehüm ahlakan” K.B - Evet, ibmanda ekmel olanınız ahlakı ahsen olandır, buyuruyor Resulallah (S.A). E. B. Koryürek- Ne güzel efendim, ne güzel! Efendim bana Varidat-ı Süleyman Çelebi diye bir ilham, bir şiir silsilesi geliyor. Onda da şöyle bir söyleniş var: / Tarihe geçmemişse eğer nam-ı şöhretim / Mesturdur kitab-ı hafayada kıymetim / Yoktur demekle var olanı yok mu eyledin? / Zira esirden daha üstün nezahatin / Estikçe Varidat-ı Süleyman Enisime / Hiç korkmasın ki hemdem ona maneviyetim / Bi- savt ü bi kelam bütün fikrimi oku / Manayı gergefe gereyim lafzı sen doku./ Bu Süleyman Çelebi kimdir? Ben miyim? Benim içimden bir kuvvetin şahlanması mı? Buna hastalık, tahteşşuurun galeyanı diyenler de var. Ne olursa olsun “süperconsianist‟ Süleyman Çelebi, bu budur işte... K.B – “Moi subliminal‟in bir tezahürü... (Samiha Ayverdi, Mülakatlar. Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 2005,sf 253-254)