Eylül de geldi işte. Günler yavaşça kısalmaya başladı. Akşamlar erken iniyor artık. Yahya Kemal'i daha sık hatırlar olduk. "Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa" faslındayız. Ortalık yavaşça sarıya dönüyor. Boz bulanık kahverengilerin, asık suratlı grilerin, ciddi lacivertlerin, tavsamaya yüz tutmuş yeşillerin içindeyiz. Marmara'nın maviliği gitmiş, morlu kurşuni bir renk gelmiş yerine.
Tuhaf çelişkiler yaşıyoruz. Bu içimizi karartan havadan kurtulmak için bir an önce eve atmak istiyoruz kendimizi ama eve girer girmez de bütün o duvarlar üzerimize üzerimize geliyor.
Sokaklar hüzünlü. Öksüz çocuklar gibiyiz. Karartma günlerindeyiz. Bütün ışıklarımızı söndürmüşüz. Biz akşam olmuşuz. Artık bizim adımız güz...
Merhaba hüzün
Sonsuz bir melankoliyi, yaprak dökümlerini, çekip giden sevgilileri anlatan ve anımsatan mevsime girdik. Güz mevsimindeyiz. Hazan mevsimindeyiz. Sonbahardayız.
Sonbahar tabiatın yeniden canlanmak için ölmeye yattığı mevsim. Bize ölümü hatırlatması da bundan. Bizden önce bu dünyada yaşayan insanlar da sonbaharı hep hüzünle bir tuttular.
Babil halkı bizim eylül- ekim dediğimiz aya denk gelen aya "Kislimu" adını vermişti ve bu acı anlamına gelen 'kisal'den türetilmişti. Yani eski insanlar için de eylül, güz, hazan, sonbahar hep bir hüzün, hep bir ayrılık, hep bir ölüm resmi oldu.
Güz hüzzam makamındadır
Sonbahardayız. Güz dönencesindeyiz. Sevdalara küsmüşüz. Çiçekçilerin önünden geçemiyoruz. Kırmızı karanfil görmeye dayanamıyoruz. Unutulmuş eşyalar gibiyiz. Tozlar içindeyiz. Uzaktan geçen vapurların dumanlarına suretler nakşediyoruz. Hüzzam sevdalar çekiyoruz ve "Seni onca anlamazken, çekip gittin" diye yakınıyoruz.
Güz aynı zamanda ayrılıklar ve terk etmeler mevsimi çünkü. Dönüşü olmayan nehirler gibi. Gidenler geri gelmiyor ve biz yalnızlığa alışmak zorundayız.
Yalnızlığa alışmalıyız. Sinemaya, tiyatroya, vapura, trene, otobüse tek kişilik bilet almaya alışmalıyız. Artık çalmayan telefonlara alışmalıyız. Okunmadan baş ucumuzda yığılıp kalan gazetelere, kapatmayı unuttuğumuz elektrik lambalarına alışmalıyız. Eve ekmek almayı çoktandır boşladığımıza da alışmalıyız.
Güz günleridir bunlar. Ayrılık günleridir. O “saçları saman sarısı, kirpikleri mavi” kadınların yokluğuna artık alışma günleridir bunlar.
Yalnızlığa alışma ve dayanma günleridir bunlar...
Lemi Bey, her yazınızı okumak büyük bir zevk. “Eylül Geldi, Yalnızlığa Alışmalı” başlıklı yazınızı Turhan Toper’in “Adın her an dilimde/Sevgin ateş gönlüme” hüzzam namelerinin eşliğinde okudum. Birden aklıma Ahmet Rasim’in lüfere övgüsü geldi. Ne güzel yazmış yıllar önce: “Sonbahar nihayetlerinde bir yağmur, karada bıldırcın denizde lüfer avıyla başlar. Yani iki yönlü büyük bir dedikodu çıkar. Bir yönü oynar oynar, bir yönü uçar uçar…” Lüfer denizde vahşi, ızgarada nazik bir balıktır. Zamanında Boğaz’da yakalanın da emsali olmadığı söylenir. Güzel yazınız daha neler çağrıştırdı, zamanınızı almayayım. Saygılarımla.