Üzerinde siyah bir at ile kıvrımlı geyik boynuzları resmedilmiş bir pul bulunan zarfı heyecanla açtı. Kısacık mektupta, “Yeterli şartları taşımadığınızdan ötürü, üniversitemize öğrenci olarak kaydolmak isteğinizin reddedildiğini üzülerek bildiririz” diye yazıyordu.
Acı acı gülümsedi. Yoksul bir musluk tamircisinin oğluydu ve çırak olarak babasına yardım ediyordu. Varlıklı çocukların devam ettiği Bohemya Teknik Üniversitesi’nin onu öğrenci olarak kabul edebileceğini nasıl düşünebilmişti ki? Hayalciliğine kızdı. Sonra da aylardır uğraştığı çizimlere geri döndü.
Musluk tamirciliği yaparken, elektrik motorlarına merak duymuş ve zamanla bu alanda uzmanlaşmıştı. Şimdi ise elektrik motorlarını Almanya’da yeni yeni gelişen otomobil endüstrisine nasıl uygulayabileceğini hesaplıyordu. Öyle bir otomobil yapacaktı ki, hem herkes tarafından beğenilecek ve hem hızlı hem de hafif olacaktı.
Sonra her şey hızla gelişti. Almanya’da iktidara geçen Hitler, genci kendisine danışman yaptı ve ondan, saatte 100 kilometre hız yapabilen, 100 kilometrede en çok 8 litre benzin tüketen ve fiyatı kesinlikle 1000 Mark’ın altında olacak bir “halk arabası” üretmesini istedi. Birkaç ay sonra, bugün dünyanın en tanınmış otomobili olan “halk arabası” yani Almanca adıyla Volkswagen’in ilk örneği piyasaya çıkmıştı…
Genç adam daha sonra yıllardır planlarını yaptığı, durmadan taslaklarını çizdiği hızlı spor arabayı gerçekleştirme çalışmalarına girişti. Birkaç ay sonra da onca yıldır çizip durduğu arabayı gerçek olarak üretti. Kırmızı renkli, hafif ve rüzgar gibi hızlı arabanın önündeki amblemde siyah bir at ve kıvrımlı geyik boynuzları yer alıyordu.
Arabayı üreten adamın adı Ferdinand Porsche’ydi ve belki de dünyanın en beğenilen otomobili olan bu spor arabanın tescilli markası da Porsche’ydi. Ferdinand Porsche, bu efsanevi arabanın amblemi olarak, üniversitenin kendisine gönderdiği ret mektubunun üzerindeki pulun resmini kullanmıştı…
***
Birinci Dünya Savaşı’nın eli kulağındaydı ve Amerika Birleşik Devletleri ekonomik durgunluk içindeydi. İş bulmak çok zordu. Kansas City’de 18 yaşında bir genç, gazete gazete dolaşıp çizdiği karikatürleri satmaya çalışıyordu ve hepsinden de kibarca geri çevriliyordu. Delikanlı aç kalmamak için mecburen başka işlere de başvuruyordu. Sonunda küçük bir kilisenin rahibi birkaç dolar ücretle onu işe aldı. Kilisenin faaliyetlerini anlatan afişler çizecekti. Evi olmadığı için rahip ona kilisenin bodrumunda kalabileceğini söyledi.
İlk gece rahibin verdiği mumlardan birini yakıp afiş çizmeye koyuldu. Biraz sonra da o küf kokulu bodrumda yalnız olmadığını fark etti. İçeride kalabalık bir fare ordusu vardı. Farelerden çok korkan genç önce paniğe kapıldı ama aç kalmamak için bodrumda oturup resim yapmaya devam etti.
Zamanla birbirlerine alıştılar. Genç adam, farelerden birinin karikatürünü çizdi. Fareyi insanlaştırdı ve sevimli bir hale getirdi. Sonra da bu farenin başından geçenleri anlatan birkaç bant çizdi. Gazete patronlarından biri ona “çok sevimli ama kadınlar fareden korkar, onu okumazlar” dedi. Delikanlı “benim de farelerden ödüm patlar ama bu fare değil, başka bir şey artık ve onu kadınlar da sevecek” diye cevap verdi.
Haklı çıktı. Bir kilise bodrumunda çizilen bu fare, dünyanın en tanınan faresi oldu. Onu çizen gencin adı Walt Disney’di. Farenin adı ise Mickey Mause yani Miki Fare’ydi…
Başarı öyküleri değişik ama ortak yanları hep aynı. Yaşamda kişilerin başarı veya başarısızlığına başkaları karar veremez. Başarıyı yaratan, kişinin kendi çabası, azmi ve en önemlisi gerçekleştirmeyi kafasına koyduğu bir hayalinin olmasıdır.
Kısacası, başarmak kendi ellerimizdedir…
Yeter ki, farelerden korkmayalım...
Yorum Yazın