Bizim basın ve medyanın bugün içine düştüğü sefil durumu düşünürken aklıma yıllar önce okuduğum bir kitap geldi. Türkçe çevirisinde ismi “Fransa’da Basın Rezaletleri”, orijinal adı “Derniere Edition-Son Baskı…” Yazarı 1930 ve 1940’lı yıllarda özellikle Paris’te çok okunan, üç milyon tirajlı “Le Soir” gazetesinin yazıişleri müdürlerinden Pierre Lazareff.
Biz gazeteciler için mutlaka elimizin altında bulundurmamız gereken kitaplardan birisi olan “Fransa’da Basın Rezaletleri” İkinci Dünya Savaşı öncesi Fransız basınının sefaletini anlatıyor. Lazareff tam Alman Nazi orduları Paris’i işgal edeceği sırada Amerika’ya kaçmış, kitabı daha sonra Şevket Rado Türkçeye “Fransa’da Basın rezaletleri yahut Fransa’yı Çökerten 4. Kuvvet” ismiyle çevirmiş. Yazar Tarık Dursun K.’nın Türkçesini sadeleştirdiği kitap daha sonra Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından 1995 Ocak ayında yeniden yayımlanmış.
Size kitabın önsöz kısmından bazı paragraflar yazmak istiyorum. Bunları okudukça pek çok bilgi edineceğinizden kuşkum yok. Lazareff diyor ki:
“Yıllardan beri Fransızlara yalan söylendi, hala da aldatılıyorlar. Onlar yanlış haber ve yanlış yorum mengenesinde sıkıştırıldılar.
Fransızların başına gelen bütün felaketlerden demokrasiyi suçlamak pek kolaydır; ama önce ‘demokrasi’ kelimesinin tanımı üzerinde anlaşmak gerek.
Hatırlamamız lazım: Bugün siyasi sığınmacıları cellatlarına teslim eden Fransa ister Rus monarşisti ister İrlanda ayrılıkçısı ister İspanyol anarşisti olsun bütün sığınmacılara kapılarını ardına kadar açmış bir ülkedir.
“Bugün, çoğu yüzyıllardan beri toprağında yerleşmiş, zenginleşmesine ve tanınmasına yardımcı olmuş, onu korumak için gerektiğinde savaşmış Yahudilerini yabancı sayan Fransa, yine unutulmamalıdır, onlara ilk defa vatandaşlık hakkı tanıyan ve Dreyfus adlı bir Yahudi haksız yere suçlandı diye altüst olan bir ülkedir…”
Lazareff buradan, İkinci Dünya Savaşı öncesi Fransa’sında cumhuriyetçiliğin tu-kaka edilip demokrasiye fena halde bel bağlandığını da şu cümlelerle anlatıyor:
“1918’den sonra Fransızları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak ve yerine ilk dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayaleti koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların yönettikleri oyun ince ve şaytancaydı. Bu oyuna içeride paralarının üstüne titreyenler, iktidara susayanlar, bütün çekemezler, yeteneksizler, kıskançlar ve alçaklar kapıldılar.
’Cumhuriyet devam edeceğine Fransa batsın…’ Totaliter devletlerin bu parolası binlerce deliye ‘Ne olursa olsun cumhuriyet batsın’ ya da çok defa ‘Fransa’nın yaşaması için cumhuriyet batsın’ şekline dönüştürüldü. Onlar da buna körükörüne boyun eğdiler.”
Dikkat edin, Lazareff bundan sonra bu sloganların halk arasında bilinç oluşturmasını sağlamak amacıyle basının nasıl kullanıldığını şöyle anlatıyor:
“Bu ülke yıkıcılarının kullandığı başlıca silah basın oldu. Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkûm olur. Çünkü egemenliğe sahip olan millet doğru haber alamazsa egemenliğini özgürce kullanamaz. Nitekim, Fransız basını baştan sona, o zamana kadar görülmemiş, ancak yenilginin açığa vurduğu bir rezalet derecesine ulaşmıştı.
Paris’in günlük gazetelerinin dörtte üçü, satın alanlardan birinin deyimiyle ‘çok bayağı bir şekilde’ satılmıştı. Geri kalan dörtte biri ise, sayısı pek az bazı haklı ayrıcalık dışında, zaaf, para kazanmak ya da anlayışsızlık yüzünden işini yapamadı…”
Lazareff yolsuzluğa ve satılmışlığa batmış siyasiler, yöneticiler ve onların işbirlikçileriyle ilgili de şu ifadeleri kullanıyor:
“Bu kitapta Fransa’yı mahvedenleri iş başında, işbirlikçileri de zevk ederken göreceksiniz. Böyleleri dünyanın her yerinde bulunur. Fransa’dakiler de başka yerlerdekilerden farklı değildi. Fakat bizdekilerin elinde kangreni bütün yapıya bulaştırmaya yatkın bir araç vardı: BASIN!..
Kitabımızda iflas politikacılarına, gözleri doymaz askerlere, bakanlık aşiftelerine ayırdığımız bölümler karşısında, kahramanlıkta kadınları da erkeklerinden geri kalmayan koca bir halk yığınının özverilerinden söz edemediğimiz için üzgünüz. Her şeyden önce, deneyimlerimden çıkan mütevazı sonuçların demokrasilerin daha iyi tutunmalarına, tehlikelerden korunmalarına, bütün güçlerden, bütün etkilerden, bütün dalaverelerden sıyrılmış, tam anlamıyla özgür bir basın dilemelerine yaramasını istedim.
Bunun için boş gurur ve zaafları, para kazanmak hırsı, çekememezlik ya da suçlarının cezasından kurtulmak için iktidar peşinde koşan hainleri, yabancı ajanları, tahsisatlıları, para kölelerini, yeteneksizleri, hırsızları ve vicdansızın her türlüsünü açığa vurmak gerekti. Bunlar topu topu bir avuç serseri ve entrikacıdan ibaretti. Fakat ateşkesten sonra bunlar mevkilerinde bırakılmakla kalınmadı, terfi ettirildi, hatta yönetimin başına geçsinler diye kendilerine hapishane kapıları bile açıldı…”
Kitabın ilerleyen bölümlerinden birinde de şöyle bir anekdota yer veriyor Lazareff:
“Eugene Merle adında bir gazeteci vardı. Adam dolandırıcıydı. Hapse mahkûm oldu. Ben onu hapishanede zannederken Başbakan Camille Chautemps’ın bekleme odasında gördüm. Mütebessimdi. Her zamanki gibi yakasında Legion d’Honneur nişanı vardı. Bir başka gün Meclis Başkanı Herriot’yla Meclis’in önünde gezinirken gördüm. Onu dinlerken Herriot’nun göbeği gülmekten çatlıyordu.
İşte, Paris böyleydi. Eugene Merle becerikli ve eğlendirici bir adam olduğu için söyledikleri dinleniyor, davet ediliyor, korunuyor, dolandırıcı olduğu bilindiği halde iş veriliyor, bunun vahim bir şey olduğu kimsenin aklına gelmiyordu…”
Yahu ben bu kitapta anlatılanları birebir yaşadım mı? Galiba yaşadım. Görünen o ki, özellikle bizim sektörde olan, basın ve medyada görevli sözüm ona gazeteciler, her devrin adamları, satılıklar, hainler, işbirlikçiler, sahtekârlar, dolandırıcılar, zır cahiller her dönem her ülkede baş tacı ediliyor, sözleri dinleniyor.
Şu insan oğlu çok garip bir yaratık!
Yorum Yazın