13 Şehit ve onların üzerinden bir iç siyasi tartışma… Ne ayıp! Ne üzücü!
İstibdat rejimi, yarı-başarısız bir askeri operasyondan siyasi bir rant elde etmek için var gücüyle uğraşıyor. Medyadaki kalemşörleri muhalefeti PKK ile işbirliği yapmakla suçluyor, istibdat rejimini ise, hiç olmadığı bir vasıfla, vatanseverlikle taçlandırmaya gayret ediyorlar.
Hadi, böyle bir durumda iki adım geriye çekilip bazılarının çok sevdiği bir tabiri kullanalım ve “büyük resme” bakalım.
Yıllardan beri çoğu asker bazı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının PKK'nın elinde rehin tutulduğu biliniyordu. On yılardır süren ve dönem dönem gayrinizamî savaş niteliği kazanan uzun çatışmaların kaçınılmaz sonucu…
Daha önce de böyle “esir” düşmeler olmuş, genellikle kimi milletvekilleri, insan hakları örgütleri devreye girmiş, ailelerin evlatlarını kurtarma çabaları genellikle olumlu sonuçlanmıştı.
Bu kez böyle olmadı.
Niye?
Önce artık ana akım denen medya tamamen rejimin eline geçtiği için hem çatışmalara hem de bunun “esir” düşme gibi duyulması istenmeyen sonuçlarına ağır sansür vardı.
Sonra, çözüm süreci gibi dönemlerin tersine Kürt siyasi hareketine yakın parti veya dernekler artık tamamen kriminalize edilme politikasına tabi tutuldukları için, eskisi gibi onlardan bu konuda yardım istenmesi rejimin çıkarlarına hiç uygun düşmüyordu.
Dahası, eskiden beri, “bir terör örgütüne esir düşen” askerlere pek hoş gözle bakılmıyordu. Pek söylenmeyen bu gerçeği bir zamanlar (2007) en açık ağzından kaçıran AKP’li eski bakan Mehmet Ali Şahin olmuştu. Bu tutum bugün kimi gazeteciler tarafından kamuoyuna hatırlatılıyor.
HIRSIZIN SUÇU YOK MU?
İktidarın öncesi ve sonrası ile Gara operasyonu konusundaki başarısızlığı ve daha da kötüsü büyük ölçüde propaganda ile sınırlı “başarısı” muhalefet tarafından haklı olarak eleştiriliyor.
Fakat PKK veya ona daha sempatik yaklaşan kimi kalemlerin, sadece hükümete yönelmiş kalan eleştirileri de doğrusu kınanacak türden…
Hırsızın hiç mi suçu yok, ha?
Önce hatırlayalım, bu rehinelerin, doğru terim bu, silahlı bir çatışmada esir alınmadılar, Türkiye’nin yollarında sivil faaliyetler (aile ziyareti, vb) sırasında kaçırılıp, bir pazarlık unsuru, bir rehine olarak yıllardır tutuldular.
Hiç lafı dolandırmaya gerek yok; onların ölümünden birinci derecede sorumlu olan PKK örgütüdür!
PKK örgütü nasıl silahsız insanları infaz ediyor, korucu ailelerini çocuklarına varıncaya kadar öldürmeyi marifet sayıyor, sivil insanlara karşı IŞİD benzeri yöntemlerle toplu katliam hedefleyerek bombalı saldırılar tertipliyorsa, insan kaçırma ve yıllarca hapsetmekte hiç sorun görmemektedir.
PKK zihniyet bakımından bir zamanların Balkan nasyonalist komitacılarının bugünkü devamı türünden bir görüntü vermektedir. Ekolojik, feminist, demokrat jargon, onların IŞİD’i hariç tutarsak, eşi benzeri olmayan türden kıyıcılığını örtmüyor.
PKK’nın, sol içinde, benzeri ancak Peru’daki Maocu Aydınlık Yol -ki onun da lideri Guzman, Öcalan’la aynı kaderi paylaşıp yıllardır tecritte hapsedilmiş vaziyette. Neyse ki iktidara gelemedikleri ve uluslararası konjonktür uygun olmadığı için Kürt halkına, Kızıl Kmerler'in Kamboçya halkına yaptıklarını yapma şansları olmadı. ABD desteği ile yarım yamalak iktidar elde ettikleri Suriye’de diğer Kürt örgütlerini sürmek, diğer etnik grupları tehcire tabi tutmak (Bkz. Uluslararası insan Hakları örgütlerinin resmî raporları) ve yayılmacılık (ABD’ye yaslanarak Arap çoğunluğuna ait Deyr el Zor petrol bölgesini işgal, Akdeniz’e kadar Batı Suriye’yi işgal planlarını yürütmeye kalkmak (o eski Alman Lebensraum anlayışının benzerlerinin sosyal medyada neredeyse “İlk Hedefiniz Akdeniz” sloganına varacak şekilde benzeşen ifadelerle boy göstermesi… Kuzey Irak’ta diğer Kürt örgütlerini ve KDP’yi hainlikle suçlayıp, gücü yettiği yerlerde tasfiyeye kalkmak.
Bütün bu ihtirasların ve kendi gücünü abartmanın sonuçları, hem Kuzey Suriye’de hem Kuzey Irak’ta Türkiye’ye büyük avantajlar sağladı. Başta ABD olmak üzere birçok ülkenin inanılmaz desteğine rağmen düştükleri durum, “önderliği”nin beceriksizliği ve dostlarının bile tahammül etmekte zorlandığı bir tutumun sonucu. (Bkz. Trump’ın aslında örgütü kast ederek: “Kürtler de melek değiller” sözü)
Bütün bu özelliklerine rağmen, benzer ilişkili yapılarıyla birlikte “geniş PKK” da tıpkı bir zamanların Grek, Bulgar, Sırp nasyonalist komitacıları gibi yahut daha yakın zamanlı IRA, ETA gibi, milliyetçi bir geniş halk desteğine sahip.
Milliyetçi ayrılıkçılıkta yaygın görülen ilkesiz ve yaygın terör eylemlerine PKK da açık olmakla birlikte en azından şimdilik farklı etnisitedeki insanları bu tarihi örneklerdeki düzeyde hedef aldığını söylemek haksızlık olur.
Bu noktada Kürt hareketinin PKK’dan ibaret olmadığı, PKK’nın bile temel niteliği yukarıdaki ifadelerde özetlenmişse de sadece bu özelliklerle açıklanmasının yanlış olacağını belirtmek gerekir. PKK, uzun süreli bir mücadele sürecinde gerek fizikî veya kültürel coğrafya, gerek zamanın farklılıkları, gerekse de Batı ile ilişkilerinin yoğunlaşması sonucu –kimileri olumlu- önemli zihniyet ve ideolojik değişmelere uğradı. Genişlemesinin, yaşlanmasının sonucu içinde eski daha yekpare (monolitik) olmaya özen gösteren yapısına rağmen pek çok farklı eğilim gelişti. Bunların bazıları şüphesiz Türkiye solunu da etkilemekte…
Denilebilir ki özellikle PKK ve K. Suriye’deki kolları arasında eğer bir bütünleşme derhal yaşanmazsa, şimdiden var olan farklılaşmaların zaman içinde daha da büyümesi kaçınılmaz olacak.
İdeoloji konusunu şimdilik bir kenara bırakacak ve konumuza yani askeri operasyonlar ve onların siyasi etkisine yeniden yaklaşacak olursak PKK ve bağlı örgütlerin askerî kapasitesi gerek son operasyon gerekse önceki ve sonraki operasyonlar açısından elbette incelemeye tabi tutulmalı.
(Türkiye’de 40 yıla yakın bir süredir devam eden ve şimdi artık sadece Türkiye’de değil üç ayrı devlet sınırları içinde verilen “savaş”ın askeri teknik ağırlıklı bir incelemesi için Bkz “Güney Doğu Çatışmalarının Askerî Yönü s. 319-335, Çözüm Süreci ve Şehir Çatışmaları Dönemi s. 336-343, Cüneyt Akman, 2016, Bu Karanlıktan Çıkış Var, Halk Kitabevi)
PKK için onun yaklaşık 40 yıldır sürdürdüğü bir “savaş”ta göreceli başarısını gerekçelendirecek birçok “olumlu” şey de söylenebilir. Türkiye gibi, en azından “savaş”ın başlarında teknik açıdan pek güçlü sayılmasa da kuvvetli bir orduya sahip bir devletle yarım asra yakın zamandır sürdürdüğü mücadelede var olmak bir yana gitgide güçlenebilmeyi başarmak sadece basit bir kıyıcılık, nasyonalist hedefe adanmışlık ve mutlak bir pragmatizm ile açıklanamaz. Disiplin, eğitim ve organizasyon konusunda diğer örgütlerden farklı, artık yarı yarıya devletleşmiş bir yapıdır PKK.
Evet ama demek ki böyle bir örgüte karşı devlet gerçekten K. Irak gibi zor bir coğrafyada 40 km ötede bir kurtarma operasyonu düzenliyorsa…
Ve bu operasyonun yapıldığı şekliyle, sonucu bu işlerden biraz anlayan her kişinin kolayca tahmin edebileceği gibi bitiyorsa…
O zaman sormak gerekir elbette: Amaç gerçekten bu insanlarımızı kurtarmak mıydı?
“KURTARMA OPERASYONU” NASIL YAPILMAZ ÖRNEĞİ
Bir rehine operasyonu yapacaksanız, karşı tarafı şüphelendirecek biçimde operasyon gününü de haber vererek “Çarşamba günü Millete Sesleniş konuşmamı özellikle izlemenizi tavsiye ediyorum” diye konuşmazsınız. Çünkü bu operasyonun, ancak küçük bir başarı şansı bile olsa, bunun bağlı olduğu “baskın” özelliğini ortadan kaldırır.
Bir kurtarma operasyonu, rehinelerin bulunduğu bölgeyi onlarca uçakla bombalayarak da yapılmaz. Çünkü bu bombalamanın, Hulusi Akar’ın açıklamalarındaki gibi rehinelerin ölümüne sebep olmadığına inansak bile
1-Olumsuz bir durumda PKK’ya öyle bir suçlamayı inandırıcı bir şekilde öne sürmesine fırsat vereceği bellidir
2-Böyle bir açık ve genel saldırının, başarıya ulaşma ihtimaline karşı örgütün rehineleri infaz etmeyi tercih edeceği de bellidir.
O zaman iki durum söz konusu: Ya amaç hiçbir zaman rehineleri kurtarmak olmadı ya da AKP kurmayları, PKK’nın yumuşak kalpliliğine pek fazla inanıyorlardı.
GARA OPERASYONUNA NİYE KALKIŞILDI?
Madem ki asıl amaç, belki de rehinleri kurtarmak değildi, o zaman sormak da farz oldu, o amaç neydi?
Görünen amaç ya da askerî amaçtan bahsedelim önce…
Mesela bahis konusu edilen “müjde”nin rehinelerin kurtarılmasından çok –elbette çok küçük bir ihtimalle kurtarılmış olsalardı o da işe yarardı- operasyon sırasında ölü veya canlı önemli bazı örgüt yöneticilerinin ele geçirilmesinin olduğu iddiaları...
Gerçi bu da pek küçük bir ihtimaldi. Hiçbir açık istihbaratta Gara gibi nispeten güvenli addedilmiş olsa da “cephe”ye yakın bir yerde önemli liderlerin ikamet ettiğine dair bilgi yoktu; ancak operasyon sonrasında –o da kimlikler verilmeden- tutarsızlığı ortadan kaldırmak amaçlı olarak buna benzer iddialar ortaya atıldı. Bu belirsiz iddialar haklı bile olsa, çok çok kritik bir isim söz konusu değilse bu derece riskli bir operasyona değmeyeceği açık.
Öte yandan, hedefin, daha ileride Sincar bölgesine (Kürtçe adı Şengal) atlama taşı olarak kullanılma amaçlı olarak Gara mıntıkasının kısmî kontrolü olduğu düşünülebilir. En azından Bağdat yönetiminin bundan şüphe ettiği kesin.
(Bkz. https://sol.org.tr/haber/hasdi-sabiden-sengale-askeri-takviye-26071 )
İkinci bir askeri hedefin ise K. Suriye ile K. Irak’taki PKK güçleri arasındaki bağlantıyı kesmek olduğu öne sürülebilir.
Gara’nın, kontrol edilebilmesi halinde Kuzey Suriye’deki Rojava bölgesi ile K. Irak’taki PKK güçleri arasındaki irtibat yolunu kesmekte önemli bir mıntıka olduğu sıklıkla dile getirildi. İşin aslı daha güneydeki Sincar’ı kontrol edemeyen bir kuvvetin, sadece Gara’yı kontrol etse bile Suriye-Irak bağlantısını kesmeyi başaramayacağını anlamak için askeri uzman olmak gerekmez. Haritaya bakmak yeterlidir.
Varsayalım ki buna rağmen Gara’yı elde tutmak söz konusu amaca yetsin. Bunun için TSK açısından oraya operasyon yapmak yetmez, orada kalıcı olarak yerleşmek gerekir
Burada da sorun, Türkiye’den bu kadar uzak ve kara yolu ile takviye alma imkânı bulunmayan, etraf bölgelerinin kontrol edilemediği, nispeten geniş bir bölgeyi daimi olarak denetim altında tutmanın zorluğu ve bunun barındırdığı riskler…
Bir diğer soru ise niçin genel olarak soğuk geçen bir kış mevsiminde, kışın ortasında operasyona kalkışıldığı?
Doğrusu, bu operasyon haberlerini ilk okuduğumda, aklıma ister istemez 2008’de Yaşar Büyükanıt’ın yürüttüğü Zap Kampı hedefli, 21 Şubat operasyonu geldi. Güya kalın kar tabakası nedeniyle mayın tehlikesinden kaçınılması bahanesi altında yapılan o operasyonu, o günlerin siyasi atmosferini hesaba katmadan, askeri mülahazalarla anlamak gerçekten de zordu. Sonuçları da, basındaki gönüllü sansür nedeniyle vatandaşa yansımasa da bir hayli can sıkıcıydı.
Kimi ayrıntıları basın mensupları olarak duyduk elbette… Tıpkı şimdiki operasyon hakkında, doğruluğu teyide muhtaç olsa da duyulanlar gibi…
ASKERİ BAKIMDAN “GARA” BAŞARILI MI BAŞARISIZ MI?
Elbette bazı yan faydalar ve stratejik hedefler söz konusu…
Bunlardan biri Barzani’nin KDP’sinin peşmergelerini geçmişte de zaman zaman ikna edilerek ya da zorlanarak TSK operasyonlarına aktif olmasa da destek birlikleri olarak katılmasını sağlamak. PKK’nın hem Rojava’da hem K. Irak’ta sürekli KDP’yi hedef alması şüphesiz Türkiye’nin bu konuda işini kolaylaştırdı. KDP peşmergeleri fiilen bu çatışmaya katılmadı ancak Roj peşmerge denilen ve K. Irak’ta biraz da YPG zorlamasıyla mecburen duran Rojava kökenli KDP peşmergeleri Gara bölgesi civarında bir cins kuşatma faaliyetine girişmişti. Bağımsız gözlemcilerin de PKK’nın da iddiası böyle. KDP ise kendi peşmergelerinin bu çatışmaya kesinlikle dâhil olmadığını özenle vurguladı.
Bu yardımın operasyonun kalitesi açısından ciddiye alınır bir faydası olduğunu söylemek zor; tersine operasyon konusunda KDP’yi bilgilendirme gereği doğurduğundan (ve o bilginin PKK’ya da sızacağı neredeyse kesin olduğundan) baskın karakterini ortadan kaldıran bir diğer unsur…
Fakat Türkiye, K. Irak’ta Barzani yönetimi (Kürdistan Özerk Bölge Yönetimi, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi-IKBY) ile PKK ve aynı şekilde yine IKBY ile Bağdat merkezi yönetimi arasındaki ilişkilerin bozuk kalması için uğraşıyor.
Gerçi bunun için çok da fazla gayrete gerek yok. PKK felsefesine yakın YPG, kendine bağlı olmayan siyasi güçleri bu arada KDP güçlerini de Rojava’dan sürmüş, PKK da hem son yapılan anlaşmaya göre Sincar’dan çekilmesi gerekirken bunu yapmamış durumda hem de geçen kasım ayında el yapımı bombayla bir peşmergenin ölümünden sorumlu tutuluyor.
PKK’ya yöneltilen bir diğer suçlama ise bölgedeki İran yanlısı unsurlarla işbirliğine gittiği…
Fakat herhalde Barzani’yi en çok endişelendiren şey PKK’nın 10 Ekim 2021’de yapılacak Bölgesel Yönetim seçimlerine bu tür ittifakları da kullanarak, kendisine bağlı Kürdistan Toplumunun Özgürlük Hareketi kanalıyla dâhil olmayı ve Barzani’nin KDP’sinin zaten yıpranmış iktidarını yıkmayı planlaması…
Özetle, K. Irak’taki bu karmakarışık siyasi durum bütün uluslararası ve bölgesel güçlerin ve elbette İran ve Türkiye’nin Bölge’ye müdahalesi için elverişli koşullar yaratıyor.
Türkiye’nin son yıllarda K. Irak’a eski dönemlere göre daha kolay harekâtlar düzenleyebilmesinin gerisinde yatan etkenlerden biri de bu karmaşık durum.
Barzani yönetiminin bir kumar oynayıp 2017 Haziranından Ekim ayına kadar Bölgenin bağımsızlığını ilan etmeye kalkışı ve ABD’nin destek vermeyişinin ardından hem Türkiye hem Bağdat’ın baskıları sonucu o işi eline yüzüne bulaştırışı, bu yetmezmiş gibi bir de fiilen elinde tuttuğu merkezî yönetime ait genişçe bir bölgeyi elinden kaptırması…
Bütün bunlar Bölge’deki bozuk ekonomi ve büyük yolsuzluk ağı ile birleşince Barzani yönetiminin ne içe ne de dışa karşı fazlaca direnecek halinin kalmayışı anlaşılabilir bir şey.
Ne var ki Barzani’nin düşmesi K. Irak’ta PKK ve İran güçlerinin çok kuvvetlenmesi anlamına geliyor ve şu anda ne uluslararası ne bölgesel güçler buna hazır.
Yani Barzani yönetimde kalıyor çünkü diğer hiç bir alternatif üzerinde dış güçler anlaşamıyor.
Meseleye böyle bakınca, Türkiye’nin, Barzani’yi operasyonlarına göz yummaya, hâttâ katılmaya zorlarken, onu biraz da desteklemek amacıyla KDP’nin bölgedeki gücünü arttırmak için lobi yaptığı iddiası da mantıksız değil.
Nitekim operasyondan yaklaşık 20 gün önce Türkiye Savunma Bakanı Hulusi Akar, beraberinde Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler ile birlikte Bağdat'ı ziyaret etmişti. Orada Irak İçişleri Bakanı Osman Ali Ferhud El Ganimi, Irak Savunma Bakanı Cuma Anad Sadun El Cuburi, Irak Cumhurbaşkanı Berham Salih ve Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi ile bir dizi görüşme yapılmıştı. 19 Ocak 2021'de ziyaret Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin başkenti Erbil'de devam etti. Burada da Mesud Barzani ve Neçirvan Barzani ile görüşmeler yapıldı.
Bir önceki operasyon (Pençe-Kaplan Operasyonu) sürerken gerçekleşen bu ziyaretlerin Irak'taki operasyon alanını genişletme ve Sincar'a yönelik bir askeri harekâta hazırlık amacıyla yapıldığı Arap basınında öne sürülmüştü. Yine basında çıkan haberlere göre İran destekli Haşdi Şabi, Türkiye'nin Sincar'a peşmergeyi konuşlandırmak istediğini, bunu kabul etmeyeceklerini ve Türkiye'yle olası bir çatışmaya hazır olduklarını açıklamıştı.
Sonuçta öyle anlaşılıyor ki Akar ve ekibi, Bağdat yönetimini Sincar’a bir operasyona ikna edemedi. Buna karşılık Türkiye’nin operasyonlarına prensipte karşı da olsa Bağdat’ın, bu operasyonun şimdi ve gelecekte kendisine tehdit olacak Bölge güçlerini yıpratmasına fazlaca ses çıkarmayışı da gayet anlaşılır.
Bu operasyonları kolaylaştıran bir diğer önemli fırsat, ABD seçimleri ve yeni yönetimin henüz aksiyon almadığı o ara dönemde ABD’nin konuya ciddi olarak müdahil olamayışı ve buradan bir boşluk ve bir imkân doğmuş olmasıydı.
Bütün bu şartlar göz önüne alındığında işlerin Bölge’de bu yılın 2. yarısı daha da karışacağı ama orada operasyon yapmanın Türkiye için biraz daha zorlaşacağını düşünmek için epey sebep var.
O zaman Gara operasyonunun askerî başarısını
1. Gara bölgesinde kalıcı bir üs oluşturup orayı kontrol edip edemediğine ve böylece ilan edilen PKK geçiş koridorunu engelleyip engellemediğine göre değerlendirebiliriz ki bu büyük ölçüde başarısız gözükmektedir.
2. K. Irak’ta operasyon dizileri ile git gide etki arttırma ve kalıcı güçler oluşturma amaçlı operasyon halkasının son parçası oalarak değerlendirmek gerekirse kısmî olarak başarılıdır.
3. Sincar üzerinde bir operasyon hedeflenmiş ise, (ki Akar’ın operasyon öncesi Irak’taki temaslarının asıl amacı siyasi gözlemcilere göre buydu) buna hiç kalkışılamamış ve Suriye-Irak arası lojistik hat (zira asıl buradan geçiyor o hat) kesilememiş, Sincar’daki PKK etkisi kırılamamış. Bu durumda operasyon hedef olarak başarısız ancak hedefe bir adım daha yaklaşmak açısından kısmî başarılı sayılabilir.
ARA HEDEF: KALICI ÜS VE İLERİ HAREKÂT
İşte bu noktada Türkiye’nin bu operasyondan elde etmeyi umduğu bir başka stratejik kazancı incelemenin sırası geldi.
2015’te 2. Çözüm sürecinin de AKP inisiyatifi ve PKK yardımı ile ortadan kalkışı ardından TSK, sadece yurt içinde değil Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta çok sayıda sınır ötesi operasyon yaptı. Kuzey Suriye’de diplomatik manevralar ve coğrafi imkânlar sayesinde istediği sonucu büyük maliyetler pahasına ve ancak kısmen dahi olsa elde edebildi. Kuzey Irak’ta ise harekâtlar tıpkı eskisi gibi hayli zorlu cereyan etti ve pek az sonuç alınabildi. Ama hiç sonuçsuz da değillerdi.
Sonuç derken kast ettiğim ise, “harekâtta şu kadar hedef imha edildi” türünden sonuçlar değil. Stratejik olarak TSK’nın K. Irak’ta tehdit altında olmayan kalıcı üsler oluşturması…
Bu stratejik hedef Türkiye’nin çok uzun zamandır elde etmek istediği, zaman zaman da elde ettiği bir hedef. Özellikle 2. Körfez Savaşı sonrasında orada kalıcı bazı üsler oluşturan TSK, meşhur “çuval geçirme” hadisesinden sonra zaten biraz eğreti duran üslerinden çekilmek zorunda kalmıştı. TSK, K. Irak’taki çeşitli operasyonlarda zaman zaman yine geçici üsler oluşturmuş, son yıllarda bunların bazılarını yarı kalıcı ve hâttâ kalıcı hale getirmeyi başarmıştı.
Bu tür kalıcı üslerin ilk ve en bilineni Başika üssüydü. Musul’un IŞİD işgaline uğramasının ertesinde Musul’u kurtarma amaçlı çok uluslu operasyonlar çerçevesinde kurulan ve Musul’a yaklaşık 20 km mesafede bulunan üs Türk askerlerinin yerel IŞİD karşıtı gruplara, özellikle de peşmergelere eğitim verme amaçlıydı. Ancak Irak hükümeti 2015 yılında karşılıklı anlaşmayla kurulan bu üssü daha sonra egemenliğine bir tehdit olarak algılamış ve Türk askerinin kampı boşaltmasını istemiş ve bu durum Irak-Türkiye arasında “Başika Krizi” diye bilinen soruna yol açmıştı.
Bilindiği gibi AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerini kaybedip parlamentoda azınlığa düşmesi, PKK ile sürdürdüğü ateşkes ve çözüm sürecinin de sonunu getirmişti.
İşin belki biraz daha ilginç ya da tahlile ihtiyaç gösteren tarafı ise PKK’nın da çözüm sürecini bitirmekte üzerine düşeni yapmayı ihmal etmeyişiydi. Örneğin “süreç”in bitişine bahane olarak gösterilen Ceylanpınar’da iki polisin evlerinde öldürülmesi olayında PKK’nın ilgisi olmadığı (ki muhtemelen doğru) bugünlerde sıklıkla söylenmekte…
Öte yandan daha ilk anda PKK’nın yarı resmî sözcülerinin bunu memnunlukla PKK adına üstlenmesinin anlamı geçiştirilirken benzeri saldırıların bundan ibaret olmadığı da unutulmakta…
Aynı dönemde yaşananları kısaca bir hatırlayalım:
9 Haziran 2015: Diyarbakır’da Yeni İhya Der Başkanı ve HÜDA PAR üyesi (Bu parti eski Hizbullah grubunun devamı olarak görülüyordu ve PKK ile arasında şiddetli bir gerilim vardı) Aytaç Baran uğradığı silahlı saldırıda yaşamını yitirdi. Kentte tansiyon hızla yükseldi.
15 Haziran 2015: Tel Abyad (Girê Spî) YPG tarafından IŞİD’den kurtarıldı. Cezire Kantonu ile Kobanê Kantonu’nun ortasında yer alması nedeniyle, buranın ele geçirilmesi, YPG’ye kantonları birleştirme imkânı tanıyordu. Ankara’da alarm zilleri daha hızlı çalmaya başladı
23 Haziran 2015: KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, Abdullah Öcalan üzerinde bir tecrit uygulandığını ve “Tecridin sürdürülmesi savaş anlamına gelir” dedi.
11 Temmuz 2015: Bu kez KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanlığı’nın 2,5 yıldır sürdürülen ateşkesle ilgili açıklamasında bulundu ve “ateşkes tutumunun istismar edilmesini kabul etmeyeceklerini” belirterek, baraj ve kalekol inşaatlarıyla devletin “Kürdistan’ı insansızlaştırmak istediği” iddiasını ortaya attı.
19 Temmuz 2015: PYD Eş Başkanı Salih Muslim, “(IŞİD’in) 25 Haziran Kobanê saldırısı büyük bir plandı ve bu planda politik düzeyde ya da farklı bir düzeyde kesin olarak Türkiye’nin parmağı var. Saldırılar Türkiye üzerinden yapıldı, cephaneler Türkiye üzerinden geçirildi,” dedi. Havadaki gerginlik neredeyse elle tutulur haldeydi.
20 Temmuz 2015: Suruç Saldırısı. HDP bileşenlerinin kalabalık bir basın açıklaması sırasında IŞİD tarafından yapılan canlı bomba saldırısında 34 kişi hayatını kaybetti. İnfial son haddindeydi.
İşte Ceylanpınar’da 2 polisin infazı, Suruç katliamından 2 gün sonra gerçekleştirildi ve hemen PKK kaynaklarınca üstlenildi.
Şimdilerde bu Ceylanpınar’daki 2 polisin infazı hadisesinde PKK’nın dahli bulunmadığı söylense de o günkü atmosferde öncesi ve sonrasındaki olaylar birlikte incelendiğinde gerçekte bunun bir önemi yoktu. Nitekim bu olay tekil olmaktan da çok uzaktı.
Bakın hemen ertesi gün neler yaşanmaya başladı:
23 Temmuz: Şehitlik semtinde trafik polislerine pusu kuruldu. 1 ölü.
27 Temmuz: Malazgirt İlçe Jandarma Komutanı Binbaşı Aslan Kulaksız, ailesiyle birlikte otomobilinde silahlı saldırıya uğradı. Uzman Çavuş Ziya Sarpkaya, sivil kıyafetli olarak gittiği bir bankanın önünde silahla başından vuruldu
29 Temmuz 2015: Bir çay ocağının önünde oturan sivil polis Mehmet Uyar'a, PKK mensupları otomobilden, uzun namlulu silahlarla ateş açtı. Polis 1 diğer vatandaşla birlikte hayatını yitirdi.
Yani Ceylanpınar’ın PKK’nın üstüne kalması için özel bir kasta gerek olmadığı gibi Ceylanpınar’da dahli olmasa da hemen ertesi günkü benzer olaylarda açıkça mesuldü.
22 Temmuz ile 29 Temmuz 2015 arası PKK açısından “ateşkesi” resmen bitiren kritik olaya değinmezsek resim çok eksik kalır:
24-25 Temmuz 2015: KANDİL’e HAVA SALDIRISI. Associated Press ajansına konuşan, PKK'nın Irak'taki sözcülerinden Zagros Hiwa, "saldırının barış anlaşmasının sonunu getirdiğini" söyledi.
Özetle 2015’teki 7 Haziran seçimi ve Suriye’de IŞİD’in YPG-ABD güçleri tarafından Kuzey Suriye’den atılması, çarpışmaların yeniden başlaması ve çözüm sürecinin bitmesinin ardındaki gerçek sebeplerdi. Bu konuda AKP ile PKK adeta eşgüdüm içinde çalıştı. Gizli bir işbirliği içinde olduklarından değil (en azından bu konuda Oslo Süreci’ndeki işbirliklerinin tersine, açık bir bilgimiz yok) fakat sanki “oyun teorisi”ndeki tekrar eden oyunlardaki gibi iki tarafın birbiriyle bir cins davranış yoluyla dolaylı etkileşim içinde olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Uğursuz sonuçlara götüren bir nihaî hesaplaşma süreci tırmanmaya başlamıştı.
OPERASYON SAĞANAĞI VE ÜS KURMA ATILIMI
Türkiye’nin PKK’ya karşı sınır ötesi operasyonlarının tarihi, çatışmanın 80’lerdeki ilk yıllarına kadar gider. Fakat güç kazandığı ve kısmî kalıcı üsler edinme çabaları genellikle 1. ve 2. Körfez savaşları sonrası gibi uluslararası kriz ve karışıklık zamanları sonrasında gerçekleşti.
PKK’nın 15 Ağustos 84’teki Siirt’in Eruh ilçesine yaptığı baskının hemen ardından Ekim 84’te Irak’la sınırdan 5 kilometre içeriye kadar TSK’nın ilerlemesini kabul eden “sıcak takip” anlaşması yapıldı.
Daha sonra 1985’te PKK’nın 1983’ten beri sınır boyunda Barzani ile ( sonraki yıllarda bozulan) anlaşması gereği oluşturduğu kamplar, TSK tarafından bombalanmaya başlandı.
TSK’nın K. Irak’a yönelik operasyonları uluslararası karışıklıkların getirdiği fırsatlarla genişledi demiştik. Bu karışıklıklar, K. Irak üzerinde ciddi bir denetimsizlik ve tabi bu yolla PKK’ya büyük fırsatlar tanırken, TSK’nın da operasyon fırsatlarını arttırdı.
Önce Saddam yönetiminin K. Irak Kürt bölgelerini İran-Irak savaşı sonlarında İran yanlısı tutum alan Kürt bölgesi yönetimini cezalandırmak için 1988’de o bölgeyi bombalaması ve daha sonra 1990 Ağustosu ile 91 Şubatı arasındaki 1. Körfez Savaşı’nın yarattığı fırsatlardan bahsediyoruz.
Böylece TSK, 5 Ekim – 15 Kasım 1992- K. Irak kamplarına 9. sınır ötesi harekâtı da gerçekleştirdi. Geniş bir kara operasyonu olan bu harekâtta TSK’ya göre 1500 civarında PKK militanı öldürülmüş buna karşılık 28 TSK mensubu da hayatını kaybetmişti.
Bunu 20 Mart-4 Mayıs 1995’deki Çelik Harekâtı takip etti. TSK’ya göre 64 Türk askeri harekât sırasında şehit oldu.
12 Mayıs-7 Temmuz 1997’de gerçekleştirilen Çekiç Harekâtı’nda neredeyse tam bir ordu Irak’a girdi. Kapsamlı harekâtta TSK’nın kaybı 114 şehit idi.
97 yılındaki 25 Eylül-15 Ekim arasındaki Şafak harekâtı 2008’deki Zap kampını hedef alan ve çok eleştirilere konu olan Güneş Harekâtı’na kadar son önemli sınır ötesi operasyonu oldu.
Aradaki 2003 yılındaki 2. Körfez Savaşı ve Irak’ın ABD tarafından işgali ve K. Irak Kürt bölgesine ABD tarafından koruma sağlanması, geniş çaplı harekâtları imkânsız kıldı.
4 Temmuz 2003’de Süleymaniye civarındaki Türk birliğine ABD kuvvetlerinin saldırıp oradaki Türk askerlerini esir alarak kafalarına çuval geçirmeleri ülkede büyük bir öfke patlamasına neden oldu belki ama pratikte TSK’nın operasyonlarına da oradaki kalıcı kamplarına da son verdi.
YENİDEN BİR DİZİ OPERASYON
Aradan geçen zaman içinde TSK K. Irak bölgesinde sayıları 40 civarında olan çok sayıda kalıcı veya yarı-kalıcı üs kurmayı başardı. Üslerin tekrar kurulması bir dizi operasyon sırasında mümkün olabildi.
(Ayrıca Bkz. https://www.milliyet.com.tr/gundem/iste-irakin-kuzeyindeki-mehmetcik-pencesi-tsk-37-noktada-us-olusturdu-6254129 )
Yakın dönem operasyonlarının ilki 2015’deki çözüm sürecinin bitişiyle başladı.
Yukarıda bahsettiğimiz “çözüm süreci”ni fiilen bitiren, Temmuz 2015’teki Kandil’e hava harekâtı (Şehit Yalçın Operasyonu) bir dizi geniş çaplı hava ve kara operasyon dizisinin ilkiydi.
Bunu 24 Ağustos-29 Mart 2016 tarihleri arasında Suriye’de icra edilen Fırat Kalkanı Operasyonu takip etti.
7 Haziran 2017’de Barzani’nin Irak Kürdistan Özerk Bölgesi’nin bağımsızlığı için referanduma gideceğini açıklaması ile dikkatler yeniden K. Irak’a çevrildi ve 18 Eylül 2017’de TSK, Habur Sınır Kapısında bir “tatbikat” gerçekleştirildi. TSK'dan yapılan açıklamada, Silopi-Habur bölgesinde tatbikat başlatıldığı, tatbikatla eş zamanlı, sınır bölgesinde terörle mücadele operasyonlarına devam edildiği belirtildi.
Zaten daha Barzani referandum açıklamasını yapmadan 25 Nisan 2017 Suriye ve Irak’a bir hava harekâtı daha düzenlenmişti.
20 Eylül 2017’de K. Irak'ta bulunan Zap, Avaşin-Basyan bölgeleri Türk Hava Kuvvetleri tarafından vuruldu. T.H.K operasyonları 21 Eylül'de devam etti; Kandil, Metina ve Gara bölgeleri vuruldu.
8 Ekim 2017’de Türkiye Rusya ve İran arasında bir mutabakat ile Suriye İdlib bölgesinde “gözlem noktaları” adı altında kalıcı üsler oluşturmuştu.
Amaç El Kaide unsurları ve aileleri için Suriye, YPG, ABD güçlerinin baskısı sonunda terk ettikleri yerlerinden sığınacakları bir yer oluşturmak idi. Türkiye’nin hamiliği ile İdlib böyle bir yer oldu. Bu durum 17 Eylül 2018’de Rusya’nın Soçi kentinde Rusya ile Türkiye arasında imzalanan Soçi Mutabakatı ile teyid edildi. Suriye ordusu bu mutabakat sonucu İdlib’e beklenen operasyonunu durdurmak zorunda kaldı. Mutabakat sayesinde İdlib’teki El Kaide artığı cihadcı yapılar bir kez daha Türkiye tarafından kurtarılmıştı. Bunların arasında Rakka’dan kaçan Işid militanlarının ve ailelerinin olduğu da çok fazla itiraz edilmeyen bir iddia. Sonuçta bir silahsızlandırılmış tampon bölge ile M4 karayolunun trafiğe açılması, radikal silahlı grupların İdlip sınırından uzaklaştırılması gibi konularda Türkiye taahhüt vererek İdlib’i bir süreliğine kurtardı.
Ancak Putin bundan sonra hemen her toplantıda İdlib konusunda Türkiye ile ayrı düşündüklerini vurgulamaya özen gösterdi.
Kriz, Soçi ile duralamış gözükse de sadece buzdolabına kaldırılmıştı. Sonrasında elbette Türkiye cihadcı grupları ne silahsızlandırabildi ne de kontrol edebildi.
Sonuçta herkesin beklediği kriz bir kez daha patladı.
27 Şubat 2020'de Türkiye, bu kez İdlib’e Suriye’nin baskısı nedeniyle Bahar Kalkanı Operasyonu’nu gerçekleştirdi.
Bu operasyon öncesi aynı gün Rusya destekli Suriye Silahlı Kuvvetleri, Suriye'nin İdlib ilinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağlı tabura hava saldırısı düzenledi. 34 Türk askeri saldırıda hayatını kaybetti.
Kriz ekim ayına kadar sürdü. Suriye ordusu İdlib de kritik karayolları ve önemli yerleşim merkezlerinin bazısını ele geçirdikten sonra Rusya’nın çabalarıyla ateşkes geldi. Türkiye bazı gözlem noktalarından çekildi. İdlib’de stratejik M4 karayolu ve bazı yerleşim yerleri de Türkiye destekli cihadcıların elinden Suriye ordusu tarafından alındı. Bütün bunların sonucu AKP’nin El Kaideci bazı gruplar nezdinde kısmen güven kaybetmesi olsa da, Afrin ile İdlib civarında TSK varlığının yara alsa da sürmesi anlamına geliyordu.
Bu dönemde yaşananların Türkiye yönetiminin yeni Biden dönemi ile pazarlıklarında belli bir rol oynayacağı şimdiden söylenebilir.
13 Ocak 2018’de ABD öncülüğündeki Birleşik Ortak Görev Gücü-Doğal Kararlılık Harekâtı tarafından yapılan açıklamada; koalisyonun ana unsurunu YPG'nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri'nden oluşan 30 bin kişilik Suriye Sınır Güvenlik Gücü kurulacağını ve bu gücün Türkiye-Suriye sınırı ile Suriye-Irak sınırına konuşlandırılacağı ilan edildi.
Buna cevap bir hafta sonra 20 Ocak 2018’te Zeytin Dalı (Afrin) Operasyonu ile geldi. Erdoğan harekât sonrasındaki asıl hedefin Menbiç olduğunu açıklamıştı. Bu hedefe erişilemedi.
Rusya, YPG’ye, Afrin yönetiminin Suriye hükümetine teslim edilerek Türkiye’nin oraya girmesini önleyecek bir formül önerdi. YPG çoğu gözlemciyi şaşırtacak şekilde, bu öneriyi reddetti ve Afrin şehir merkezinden çekilerek bölgeyi Suriye yerine Türkiye’ye teslim etmeyi tercih etti. Yapılan çekilme açıklamasında gerilla savaşı ile bölgede TSK’ya karşı mücadeleyi sürdüreceklerini bildiriyorlardı. Bir süre sonra bu yönde faaliyetler ortaya çıktı.
Bağımsız gözlemciler Afrin şehir merkezi dışında birçok yerde YPG’nin etkisinin (yüzbinlerce Kürt nüfusunu Afrin şehri ve köylerinden kaçıp yerlerine İdlib ve başka yerlerden gelen daha çok Arap kökenli rejim muhaliflerinin yerleştirilmesine rağmen) sürdüğünü belirtiyor. Türk basınında bahsedilmesinden genellikle kaçınılsa da Afrin şehir merkezi de YPG’nin saldırılarından azade değil.
The New York Times’a konuşan Hatay Vali Yardımcısı Orhan Aktürk (kendisi Afrin’in de fiili valisi pozisyonunda) son 2,5 yıl içinde hemen hepsi YPG tarafından gerçekleştirilmiş 134 tane terör saldırısı olduğunu söyledi.
(Bkz. Türk basınında neredeyse sadece muhabirin Suriyelileri sadece Türkiye’nin koruduğuna ilişkin yorumlarına yer verilen şu meşhur haber: https://www.nytimes.com/2021/02/16/world/middleeast/syria-turkey-erdogan-afrin.html )
Sadece son ayda 4 tane bombalı araba saldırısı yapılmış. Bunlardan biri Afrin’in insanların uzun kuyruklar oluşturduğu çarşısı içinde patladığından oranın esnafı da, şimdi artık işlerinin kötü olduğundan bahsediyor NYT muhabirine.
10 Mart 2018’de TSK'nın Afrin'e müdahalesi sürerken, Kararlılık Harekâtı başlatıldı ve Yüksekova 3. Piyade Tümeni Kuzey Irak'a girdi. Kararlılık Harekâtı'yla birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri Irak'ın kuzeyinde Sidekan bölgesine doğru 30 kilometreden fazla ilerledi. ;
Bu operasyonla birlikte, artık TSK’nın K. Irak’ta yeniden kalıcı veya yarı-kalıcı üsler oluşturma çabalarında artış olduğunu görmek mümkün.
PENÇE HAREKÂTLARI DİZİSİ
Bir yılı aşkın bir süre sonra daha sonra hepsinin adı “Pençe” kelimesiyle başlayan harekâtlar dizisinin ilki “Pençe Harakatı” 28 Mayıs-12 Temmuz 2019 arasında icra edildi. Bradost-Hakurk hattında süren Pençe Operasyonu hedefinin Rewanduz ilçesinin Saye, Sevek ve Hellemun köylerinin çevresinde bulunan PKK mevzileri olduğu ilan edildi.
Bu operasyondan sonra bir dizi yeni Pençe operasyonu ilan edilmişse de tarih ve hedeflerine bakacak olursak, ortada neredeyse kesintisiz tek bir operasyon olduğu da söylenebilir.
Pençe Harekâtı’nın 12 Temmuz’da bittiğinin ilanının hemen ertesi günü 13 Temmuz’da “Pençe-2 Harekâtı’nın başladığı bildirildi. Bradost-Hakurk hattında süren Pençe Operasyonu Zaho-Barzan bölgesini de kapsayacak şekilde genişletildi. İktidara yakın eski asker kadrolu TV yorumcuları bu harekâtla Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu operasyon ile Kuzey Irak'a yerleştiğini, "kalıcı üs" kurmaya başladığını belirtti. 4-5 Ağustos'ta yapılan kara harekâtları ile Misloke, Shiwah Vadisi, Malla İbrahim, Gorasher Dağı, Armuş Vadisi gibi bölgelerin TSK tarafından ele geçirildiği öne sürüldü.
Pençe-3 Operasyonu 24 Ağustos 2019’da başladı. Bu kez Irak'ın kuzeydoğusunda bulunan bölgelere değil, kuzeybatısında bulunan Sinat-Haftanin bölgesi hedefteydi. PKK'nın 6 kampı birden hedefe konmuştu. PKK ile iltisaklı bazı medya da Türk ordusunun Kuzey Irak'ta güvenli bölge oluşturmaya başladığını yazdı.
Operasyon neredeyse kesintisiz devam etti ve 13 Eylül'de Haftanin'e bağlı Hales Dağı’nın kontrol altına alındığı öne sürüldü. 13 Mart 2020'de Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı savaş uçakları Kuzey Irak-Sidekan'a bağlı Bradost bölgesini yeniden vurdu.
PKK’ya yakın kaynaklar ise o günden bugüne, bu Haftanin merkezli operasyonun TSK açısından ciddi bir başarısızlık olduğunu öne sürmekte…
Aynı dönemde Suriye’de operasyonlar da yeni bir evreye girdi.
9 Ekim 2019’da Barış Pınarı Harekâtı başladı. Erdoğan'ın, ABD Başkanı Donald Trump'la Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) elinde tuttuğu bölgelere karşı askerî operasyon planı hakkında 6 Ekim 2019 tarihinde yaptıkları telefon görüşmesinden sonra, ABD kuvvetlerinin Fırat nehrinin doğusunda yer alan Suriye-Türkiye sınırındaki konumlardan çekilmesi harekâtı mümkün kılmıştı. Operasyonun başladığı gün, ABD Başkanı Donald Trump'ın Erdoğan’a yazdığı son derece kaba ve modern diplomasi tarihimizde eşi görülmemiş mektubun da tarihiydi. Trump "İyi bir anlaşmaya varalım! Binlerce insanın katledilmesinden sorumlu olmak istemezsiniz ve ben de Türk ekonomisini mahvetmekten sorumlu olmak istemem – ki bunu yaparım. Rahip Brunson sırasında size zaten bunun küçük bir örneğini gösterdim" diyordu.
Türk tarafı pek fazla ses çıkarmamaya özen gösterdi. Harekât Tel Abyad, Rasüleyn, Ain Issa ve Kamışlı bölgelerini hedef alan top atışlarıyla başladı. Suriye'den Nusaybin'e fırlatılan 6 roket sonucu 3 sivil Türk vatandaşı hayatını kaybetti. Ceylanpınar’a da 2 havan mermisi isabet etti. Bütün bu karşı atışlarda Türkiye tarafında 46 kişinin yaralandığı bildirildi. Aynı gün operasyonun kara ayağı Tel Abyad da dâhil olmak üzere üç noktadan başladı. Suriye harekât nedeniyle SDG’yi (Bölgeyi yöneten, YPG liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri adlı yapılanma) suçladıysa da TSK harekâtını işgal olarak niteleyip, savunmak için ordu güçlerini bölgeye gönderdi. 17 Ekim günü ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ile Erdoğan'ın yaptığı görüşmede SDG'nin Suriye-Türkiye sınırından 32 km derinliğe sahip güvenli bölgeden çekilmesi için harekâtın 120 saatliğine durdurulması konusunda anlaşıldı. Harekât böylelikle hedeflere kısmen erişilmesi ve ABD’nin müdahalesi ile durdurulmuş oldu. 23 Ekim günü Türkiye Millî Savunma Bakanlığı harekâtın sona erdiğini açıkladı. 29 Ekim günü Rusya, 68 askerî birlikteki 34.000 SDG'linin harekât bölgesinden çekildiğini duyurdu.
Yeniden K. Irak Pençe operasyonlarına dönecek olursak…
15 Haziran 2020’de bu kez Pençe-Kartal adı verilen operasyonu başladı. Sincar, Mahmur, Zap, Haftanin, Avaşin, Kandil, Darabi, Karaçok Dağı Türk savaş uçakları tarafından vuruldu. Operasyonun ardından Irak Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'nin Irak Büyükelçisi Fatih Yıldız'ı bakanlığa çağırdı ve Türkiye'ye nota verdi. Bundan sonra artık hangi operasyon ne zaman bitti yenisi ne zaman başladı, işlerin iyice karıştığı bir dönem…
Pençe Kartal’ın ardından 2 gün sonra, 17 Haziran 2020'de bu kez Pençe-Kaplan harekatının başladığı duyuruldu.
Amaç Pençe-3’te ilerlenen Hahtanin’in daha da güneyine inmek olarak duyuruldu. 22 Temmuz 2020'de Reuters'a konuşan Türk yetkili Türkiye'nin 2015 yılı sonrası bakış açısının değiştiğini, yeni bakış açısının terör örgütü saydığı PKK'yı başladığı yerde bitirmek olduğunu; Türk ordusunun Pençe Operasyonları ile Irak'a 40 kilometre kadar girdiğini, 30'dan fazla üs oluşturduğunu açıkladı. Başka bir Türk yetkiliyse bu operasyonların Türkiye tarafından PKK'nın Suriye uzantısı olarak görülen YPG'ye ikmâli kesmek için de yapıldığını, şu an için sınırın korunması amacıyla operasyonların yürütüldüğünü ve zamanı geldiğinde Kandil'e operasyonun değerlendirileceğini söyledi.
(Bkz. https://www.reuters.com/article/us-turkey-security-iraq/turkey-shifts-fight-against-kurdish-militants-deeper-into-iraq-idUSKCN24N26F )
İşte bu noktada şimdiki Gara Operasyonu’nun gerçek amacını da daha iyi kavramak mümkün olmaya başlıyor.
Bu strateji doğrultusunda Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Gn. Kur. Bşk Yaşar Güler önce Bağdat’ı ve bir gün sonra da Erbil’i ziyaret ederek bir diğer operasyon için gerekli temasları yaptı.
Hedef, askeri olarak bakıldığında, buraya kadar söylediklerimizden kolayca anlaşılacağı gibi, bir taraftan Sincar ve bu sayede Irak-Suriye arasındaki PKK-YPG ikmal yollarını kesmek, diğer yandan Sincar ve daha kuzeydeki bölgelerde kalıcı üsler oluşturmak ve Musul ile Kerkük arasında belli bir güç ve söz sahibi olmak…
10 Şubat’ta başlayan Gara Operasyonu veya resmi adıyla Pençe-Kartal-2 Operasyonu işte bu genel strateji çerçevesinde son bir ileri adım.
Rehine kurtarma misyonu eğer gerçekten var idiyse bile operasyonun oldukça tali bir unsuru olmaktan öte bir şey değil.
Sonuçta Gara operasyonu zaten gerçek olmayan bir rehine kurtarma operasyonu açısından elbette başarısız.
Askeri olarak bile yukarıda naklettiğimiz, K. Irak’a yerleşme açısından başarısız.
Zaten operasyonun bir rehine kurtarma operasyonu olarak sunulmasının da bir nedeni bizzat bu başarısızlık.
Gara’ya kalıcı bir işgal başarılı olamadığında Sincar’a bir operasyon hiç mümkün olamadığı için, en iyisi, “amaç zaten rehineleri kurtarma amaçlı bir giriş-çıkış operasyonuydu” diye anlatmak, mevcut sonuçları açıklamak için eldeki en zararsızı idi
Bütün bu strateji elbette ki Türkiye’deki kimi askerî yorumcular kadar bölge devletlerinin ve devlet dışı güçlerinin de farkında olduğu bir şey.
Ve bunların her biri hem Türkiye’nin operasyonları ile bölgede etkinliğini arttırmasından endişeli ama hem de kendi ellerini kirletmeden, maliyeti “kötü çocuk” Türkiye’nin üstlenerek, onun eliyle kendi rakiplerinin/düşmanlarının zayıflamasından memnun.
Barzani’nin KDP’si K. Irak’ta muhalefetin ve bunun içinde de PKK’nın kuvvetinin artışından endişeli… TSK operasyonlarının PKK’nın gücünü bir nebze kırarsa ne âlâ… Suriye’deki operasyonları bile KDP’nin (mesela Roj peşmergelerde simgelenen) ayağının yeniden bir varlık kazanmasına yardım edeceği için yarayışlı bulunabilir. Maliyeti, KDP’nin git gide ”işbirlikçi” bir görünüm alması… Türkiye’nin Kerkük üzerindeki nüfuzunun artma olasılığı da cabası… Kürdistan Özerk Bölgesi’nin Kerkük olmadan bağımsız bir devlet olarak yaşayamayacağı hem Irak Kürtlerinde hem dış politika analistlerinin gözünde neredeyse tartışılmaz bir gerçek.
Bağdat’daki merkezi yönetim açısından ise K. Irak Kürt yönetiminin prestijinin TSK müdahaleleri ile azalması. Aynı zamanda Türkiye’nin, K. Irak bağımsızlık referandumu denemesi öncesinde Bağdat’la işbirliği yaptığı görülmüştü. Hin-i hacette böyle bir işbirliği yine gerekli olabilir. Maliyeti ise çift yönlü: Kerkük-Musul üzerinde Türkiye’nin hâlâ var olduğu düşünülen “tarihi emelleri”nin yarattığı tehlike… Diğer yandan Ak Parti’nin Irak politikasında Sünni kanadın temsilciliğine soyunmuş olması Şii ağırlıklı Irak yönetimi için bir başka tehdit.
Aynı tehdidin İran için de geçerli olduğu elbette atlanamaz. İran açısından bakıldığında, AK Parti’nin şimdi tam tersi bir oyunu oynamasına rağmen, ileride ABD ile arayı düzeltmek için son koz olarak anti-Şiilik temelinde İran’a karşı operasyonlarda yer alacağını düşünmemek için bir sebep var mı?
Bölgedeki büyük aktörler açısından da AK Parti Türkiyesi maalesef bir cins “kullanışlı aptal” gibi görülüyor olabilir. Bu başka bir yazının konusu olabilecek kadar geniş bir konu. AKP de Putin’i ve bir zamanlar Trump’ı herhalde öyle görmeye eğilimliydi. Kim haklı zaman gösterecek.
İÇERİDE OYUN BAŞLIYOR
Fakat bütün bu operasyonların özellikle AKP açısından asıl önemi, yukarıdaki stratejik hesaplar değil.
Asıl önemi, bu operasyonların iç politika açısından olan kullanım değeri…
Operasyonun iç politika için ilk, güncel ve en çabuk akla gelen kullanımı, şimdi zaten başlamış olan HDP’yi hedef kılma ve bir seçimin hemen öncesinde onu seçime giremez, girse dahi sonuç alamaz duruma sokma için yapılan manevralar.
Başlangıç hamlesini HDP’nin kapatılmasını isteyerek Bahçeli çoktan yapmıştı. Bahçeli malum, AKP’nin arzu ettiği ama politik nedenlerle istemez göründüğü bütün can sıkıcı hamleleri AKP adına yapmasıyla ünlü. Nitekim hem erken seçim hem de başkanlık konusunda AKP’yi sıkıntılı bir talepten o kurtarmıştı.
AKP’nin beklenen atağında ise ilk vuruşu Süleyman Soylu yaptı. HDP Ağrı Milletvekili Dirayet Dilan Taşdemir’in operasyon öncesi Gara’ya gitmiş olduğunu (bir itirafçının duyumuna dayanarak) iddia etti ve bir fotoğrafla da ispatlamaya çalıştı. İlgili vekilin yalanlaması, HDP’nin söz konusu fotoğrafın yakında değil çözüm sürecinde, Gara’da değil hükümetin isteği ile gidilen Kandil’de çekildiğini söylemesi ise AKP’nin hamlelerini değiştirmedi
HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan'ın "Çözüm sürecinde bize vadettiklerinizi yeri ve zamanı geldiğinden mutlaka açıklayacağız. Çözüm sürecinde bizlere, partimize, heyetimize neler vaat edildi, hangi sözler verildi, çözüm süreci başarıya ulaşırsa nelerin yapılacağına dair bizlere vaat edilenleri açıklamazsak namerdiz" ifadeleri HDP’ye sempatik bakan sosyal medya kesiminde bile eleştiri konusu olurken AKP oyun planındaki diğer hamleleri uygulamaya başladı..
Meclis Başkanı Mustafa Şentop, 23 Şubat Salı akşamı itibariyle 33 fezlekenin Meclis'e ulaştığını, aralarında HDP'lilerin de olduğunu açıkladı. 24 Şubat’ta ise Erdoğan "Süreç neyse aynen o şekilde işleyecektir. Meclis Komisyonunda müzakereler yapılır, Genel Kurul'da da eller kalkar" diyerek planın hesaplandığı gibi yürütüleceğini açıklamış oldu.
Böylece Türkiye’nin artık yeni bir siyasal dönemece girdiği; AKP’nin bu Gara operasyonunu, rejimi kalıcı ve nihai bir şekilde değiştirme yolunda manivela olarak kullanacağı şimdiden söylenebilir.
Muhalefetin buna yönelik bir karşı planı var mı?
2023’te Millet İttifakı’nın AKP ve şeriklerini sandıkta yeneceğinden başka bilinen plandan başkası elde yok gibi.
Kılıçdaroğlu tüm bu gelişmelerin ardından 23 Şubat’ta “Farklı görüşleri olan siyasi partilerle beraber, demokrasiyi savunan dostlarımızla beraber bir dikta yönetimini sandıkta yeneceğiz ve onları göndereceğiz.” dedi.
Muhalefetin planı aynı plan…
Başka bir alternatifi var mı o da tartışılır.
Ama mevcut haliyle muhalif hattı hareketi, zaten bizzat bu malum plana karşı yeni geliştirilmiş AKP’nin şimdiki oyun planını gerçekten yenebilir mi?
Yenemezse rejim, anayasa tartışmalarının da açılmasının işaret ettiği gibi değişebilecek.
Tam anlamıyla nasıl? Hedefin ne olduğu aşağı yukarı belli; fakat hedefin ne kadarına ulaşabilecekleri bir başka mücadelenin konusu...
2023 AKP’nin söz verdiği gibi 100 Yıllık Parantezi kapattığı yıl mı olacak?
Karşı çözüm ne olabilir; gelin onu bir başka yazıda tartışalım.
Ve bütün bu operasyonların, yukarıda özetlediğim “üs elde etme” gibi askeri hedeflerinin ve güncel seçim manevralarının ötesinde amaçları olduğunu da şimdiden işaret ederek…
Yorum Yazın