Yakası kürklü kaftanını ve altı dilimli “alim” kavuğunu çıkardı. Canfesten yapılmış kocaman bir mendille yüzündeki terleri sildi. Oturdu. Soluklandı ve sabahtan beri defalarca yazdığı rakamları yeniden inceledi.
Tutmuyordu. Yedikule dışından Eyüp Kapısı’na kadar olan mesafeyi birçok kez yürümüş ve attığı adımların sayısını bir kağıda yazmıştı. Ne yazık ki ortaya çıkan rakamla, ifade etmek istediği rakam birbirini tutmuyordu.
O bu mesafenin çok büyük olmasını istiyordu. Böylece kafasında tasarladığı şekilde şehri çevreleyen surların ne kadar uzun olduğunu ortaya koyacak ve ondan sonra da gönül rahatlığıyla bu kentin dünyanın en büyük kenti olduğunu yazabilecekti. Oysa ortaya çıkan rakam, düşündüğü ve istediği rakamın yarısına bile yaklaşamıyordu.
Üzüntüyle içini çekti ve aynı anda da aklına geliveren bir anıyla irkildi. İki yıl kadar önce yaz kış çatır çatır buz tuttuğu söylenen doğu şehirlerinden birine gitmiş, burada hem de kış mevsiminde üç ay geçirmiş ama ara sıra şiddetlenen kar yağışından başka bir şey görememişti.
Oysa kitabında bu şehri dünyanın en soğuk yerlerinden biri olarak göstermeyi kurmuştu. İşte o zaman da tıpkı şimdi olduğu gibi hayal kırıklığına uğramış ve üzülmüştü. Derken, aklına bir şey gelmiş ve “biraz mübalağa etsem ne olur sanki” diye düşünmüştü.
Hemen o akşam da şehri yazmaya başlamış, evlerini, bahçelerini, ahalisinin alışkanlıklarını kendine özgü renkli üslubuyla uzun uzun anlatmıştı. Sonunda şehrin dillere destan soğuk iklimini yazmaya koyulmuş ve “bu şehir o kadar soğuk olur ki, benim de orada bulunduğum sırada bir kedi damdan dama atlarken havada dondu kaldı ve ancak iki ay sonra soğuklar biraz azalınca dört ayak üstü yere düştü” diye yazıvermişti.
Aynı şeyi niye şimdi de yapmasındı ki? Cesaretlendi ve yazmaya girişti. “İstanbul kalesini nasıl fırdolayı adımladığımızı anlatır” diye bir başlık attı ve sonra da “Yedikule dışından Eyyubi Ensari kapısına kadar sekiz bin sekiz yüz on adımdır” diye yazdı. Adımlayarak bulduğu asıl rakamın neredeyse üç katı olan bu sayıyı beğendi.
Defteri kapatıp, gözlerini yumdu. Evet, her zamanki gibi birazcık abartmıştı ama bu küçük abartmaların metni kuruluktan kurtarıp, lezzetle okunmasını sağladığının da farkındaydı.
Hiç saklamadan ve bilerek yapılan hoş abartmalar, tarihi gerçekleri fazlaca ciddiye almadan başvurulan küçük saptırmalar, tatlı dedikodular, gizli aşklar, abartılı savaş sahneleri, deniz fırtınaları, kitabının bir gezi kitabı olmaktan çıkıp, o güne kadar hiç rastlanmamış, ilk kez görülen bir kitap türü olmasına yol açmıştı.
Kendisinin de katıldığı Azak Kalesi kuşatmasını anlatırken, “biz surlara alıcı kuş gibi hopladık ama ardımızdan gelen yiğit olmadı, kefere patlangaç yollayıp bizi havaya uçurdu, askerin yüzü döndü, gerisin geri yallah ettik ki, rezillik diz boyu…” gibi ifadeleri çok beğenilmişti.
Hep gezip gördüğü yerleri anlatması ile ünlü Evliya Çelebi’nin aslında ne kadar usta bir yazar olduğu uzun bir süre anlaşılamadı. Onun “Seyahatname”sini okuyanlar, kitaptaki tarihi ve coğrafi yanlışları bulabilmek için uğraştılar. Mesela Evliya Çelebi’nin Timur ile Yıldırım Beyazıt arasında yapılan savaştan sonra yeni bir savaş daha yapıldığını ve bu yeni savaşta Timur’un esir alınıp hapsedildiğini yazmasına çok kızdılar. Oysa o bunları yazarken ‘muharrirlik’ yanını ortaya çıkarmış ve sadece bir roman kurgulaması yapmıştı. Tarih değil, roman yazmıştı.
Seyahatname adlı kitabında önce İstanbul ve çevresini anlattı. Doğu illerini, Azerbaycan ve Gürcistan ile Arnavutluk izlenimlerini de yazdı. Bunlar olağandı çünkü Evliya Çelebi buralara muhasip ya da ulak olarak resmi görevle gitmişti.
Nedir, Evliya Çelebi kitabında Kafkasları, Rusya steplerini, bütün Karadeniz kıyılarını, Ortadoğu’yu, Akdeniz’i, Avrupa ve Afrika’nın hemen bütün ülkelerini de inanılmaz ayrıntılarla yazınca kafalar karıştı.
Evliya’nın bu ülkelere ne zaman gittiği bilinmiyordu ve gitmiş olsa bile nasıl olup da oralardaki hayattan bu kadar renkli ve ayrıntılı tablolar çıkaracak kadar uzun bir süre kaldığı da soru işaretleri oluşturuyordu.
Mesela Viyana’da ünlü cerrahlarla ahbap olduğunu, bunların yaptığı ameliyatlara konuk olarak katıldığını yazıyordu. Üstelik bu ameliyatları “cerrah adamın başını Adana kabağı gibi ikiye ayırıp, neşter ile…” diye başlayan çok ayrıntılı cümlelerle uzun uzun anlatıyordu.
Bütün dağlarını, ırmaklarını, şarap ve zeytinyağı üretimini ballandırarak anlattığı Rodos adasına aslında hiç gitmemiş olduğu da ortaya çıktı. Bunu başka bir yazarın kitabından almıştı.
Çeşitli seyahat kitaplarını okuyarak bilgi edindiği ve aslında hiç gitmediği Kıbrıs’ı “adanın beyaz bir merkebi olur ki…” şeklinde ayrıntılı cümlelerle sayfalar boyu anlatmıştı.
Osmanlı tarihindeki ilk yayın sansürü de Evliya Çelebi’ye uygulandı. Evliya’nın özellikle sınır boyları ile Akdeniz adaları ve sahillerini, askerleri, silahları, tekneleri ile bu kadar ayrıntılı bir biçimde anlatmasından tedirgin olan ve bunların ‘düşman’ ülkelerin eline geçebileceğinden korkan Osmanlı yönetimi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin büyük bir bölümünü sansür etti.
Oysa sansür edilen metinlerin büyük bölümü, Evliya Çelebi’nin bizzat o ülke yazarlarının kaleme almış oldukları kısımları “aşırıp”, kendine özgü üslubuyla yeniden yazdığı paragraflardan oluşuyordu.
“Durup dururken Evliya Çelebi’yi yazmak niye” diye sorulabilir. Efendim, ben şu günlerde yoğunlaşan siyasi konuşmaları, asla yerine getirilmeyecek olan sözleri okuyup, duyarken, aklıma hep Evliya Çelebi’nin güzel abartmaları geliyor nedense.
Nedir, Evliya’nın abartmaları gerçekten güzeldi ve siyasetçilerin abartmalarına hiç benzemiyordu…
Evet, ortaokuldayken daha edebiyatçı, Evliya Çelebi’den aktarılan bu metni okuduğunda yorumu aklımda kalmadı ama, esprinin ayıp hayallerin baskılandığı ilk gençliğimiz sonrasında, büyük şehirde yüksek tahsilde insandaki yaratıcılığa sınır konulamayacağını öğrendim. Yine de, mezuniyetten sonra mesleğin tekniği peşinde koştum. Nice zaman sonra, hayallerinin peşini bırakmayanların bana, benim gibilere epey fark attığını farkettim. Arada kapanmaz mesafe var, yine de olsun, ben de Çelebilerin kervanındayım, ne mutlu.
Evliya Çelebi gibi, İstanbul aşıkı Lemi Özgen de abarttı mı diye açtım Seyahatnameyi, gerçekten fırdolayı İstanbul’un 27 kapısını adımlayıp nice olduklarına dair bilgiler de vermiş. “İbrahim Han asrında Ahırkapı'dan, 'içeri adımlayıp Yedikule'ye varılıp hesap olunmuştur ki bu hesap üzere fırdolayı İstanbul Kalesi 29.810 adımdır, ama Bayram Paşa asrında Ahırkapı'dan taşra adımladığımızda tam 30.000 adım idi. Sözün sağlamı vesselam. Mimar arşınıyla İstanbul Kalesi 87.000 arşındır.” Bknz: Günümüz Türkçesi İle Evliya Çelebi Seyahatnamesi., YKY, İstanbul, 1. Baskı, 2003,1.cilt,1 kitap sf.20/21’den. Üstelik, burası daha başlangıcı, Seyahatname bütünüyle roman tadında!