Rahmetli Rauf Denktaş hep “En büyük mirasım” derdi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne. Doğruyu söyleyelim, ilan edildiği günden “yok hükmündedir” diye Birleşmiş Milletler tarafından dışlanan, Kıbrıs Rum Yönetiminin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yoluyla uygulamaya soktuğu izolasyonlar, bırakın ticareti sportif ve kültürel bile temas yapamaz hale getirilen Kıbrıs Türk devleti on yıllardır hep güdük kaldı…
Şansızlığın en büyüğü belki de anlı şanlı mücahit teşkilatının siyasi devamı olduğunu iddia eden bir siyasi oluşumun, siyaseti de mücahit teşkilatı gibi yapmaya çalışması oldu. “Biz ileri karakoluz, Ankara emreder biz yaparız” mantalitesi rahmetli Denktaş’ın sağlığında belki fazla göze batmıyordu. Ancak Denktaş ile hükümet arası gerginliklere şahit olanlar iki dünya görüşünün çatışmasını ibretle gözlemlediler o dönemde hep.
Kuzey Kıbrıs ileri karakol değildir
Türkiye ile Kıbrıs Türkü arasındaki ilişkiler bir dönem “direnme kültürü” çerçevesinde gelişse de, 1974 müdahalesi sonrasında yaşanan devletleşme süreci bir başka yapılanmayı, devletten devlete ilişki düzenini getirmek zorundaydı. Türkiye bunu istemedi, Kıbrıs Türkü de mevcut “ileri karakol” statüsünü muhafaza etmeyi daha kolay buldu, yeni bir statü talep etmedi. 1983’de dünya doğumunu lanetlese de KKTC doğdu ve Türkiye de onu tanıdı. Birkaç saatliğine Pakistan ve Bangladeş de tanımış olsa da, ABD ve İngiltere baskısıyla onlar tanımalarını geri çekince, Türkiye Kıbrıs Türk devletini tek tanıyan ülke konumunda oldu kuruluştan bu güne kadar.
Doğrusu, ne Pakistan ne de Bangladeş’e veya diğer dost ülkelere KKTC’yi tanıyın da demedi hiç Ankara. “Yapamazlarsa sözümüz yerde kalır” dendi, arada bir beylik birkaç laf edildi “KKTC’yi tanıtacağız” falan diye, ama hep yumuşak koltuklara oturuldu tekrar.
Kuzey Kıbrıs elbette “ileri karakol” değil. Aynı şekilde bir “alt yönetim” de değil. Bunları söylemek kolay.
KKTC bir devlet mi?
Arada bir şaka yollu “devlet büyükleri” üst perdeden nara atarlar… Haliyle komik ama “Biz kabile devleti değiliz… Biz çadır devleti değiliz” falan diye haykırırlar. Tabii deyince olmuyor. Bir zamanlar demokrasi için bir tanım okumuştum. “Ancak, hukukun üstünlüğüne, evrensel insan haklarına, ifade ve basın özgürlüğüne saygılı, temel insan hak ve özgürlüklerini temel ilke kabul eden, çevreye, asırların imbiğinden geçerek hayat bulan norm, değer ve kurumlara bağlılık ile demokrasi bir ülkede gelişir.”
Devlet de öyle. Eğer çadır devletinden, aşiret çadırından öteye gidilmesi isteniyor ise, devlet olunacaksa bunun şartları vardır. Devlet, en kaba tanımıyla bir toprak parçasında siyasal örgütlü bir ulusun ya da uluslar topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır. Kısaca, devlet siyasal bir birliktir. Devlet olmak için tanınmak, ekonomik, siyasi, askeri bloklara katılmak şart değil.
Tarih boyunca birçok savaşa sebep olan kültürel teklik modern devlette şart olmamakla birlikte, kültürel birlik ya da ortak değerler geliştirmek devlet olmanın gereğidir. Tüm bireylerin hukuk önünde eşliği, üst hukukun, yani anayasanın, varlığı, adalet, ifade özgürlüğü ve tabii kurumlar, kurallar, normların geliştirilmesi ve herkesçe uyulması elbette devlet olmanın gerekleridir.
Allah aşkına, KKTC bu tanıma uyuyor mu? KKTC bir devlet mi?
Doğruyu söylemek gerekir ise daha düne kadar Türkiye’den çok daha sağlam bir adalet mekanizmasına sahipti Kuzey Kıbrıs. Giderek siyasallaştı. Bir yandan Türkiye karşıtlığı moda olmaya başladı, diğer yandan son örneğini hangi yetkiyle olduğunu anlayamasam da Başbakan Faiz Sucuoğlu’nun El-Sen sendikası ağasıyla imzaladığı protokolde haydutluk yapan sendika üyeleri ile Cumhurbaşkanlığı trafosuna, meclise, BRT kurumuna hırsız gibi girerek elektriği kesen arkadaşa karşı davalar sonlandırılacakmış… Tabii öyle olamayacağı kısa sürede anlaşıldı, ve soruşturma emri verildi ama başbakanın bu “ne olursa olsun görevde kalayım” azmi şaşırttı, üzdü.
Üstelik de daha Ankara’nın tozu ayağında iken, arzu ettiği kadar olmasa ve nakit yerine proje finans desteği şeklinde çok önemli bir finansal katkı sağlamış iken, başbakanın “ben kabile devletiyim” dercesine attığı o imza, bitişin ilamıdır.
Egemenlik paylaşılamaz
Devletlerin idari yapıları farklı olabilir. Ademi merkezci olabileceği gibi, tam tersi de olabilir. Ancak adı ve şekli ne olursa olsun devletlerde görevliler devlet adına, devlete hayat veren halkların çıkarlarını koruyacak şekilde görev yaparlar. Mesela bir başbakan genelde seçilmiş meclis üyeleri arasından cumhurbaşkanı tarafından görevlendirilir, meclisin güvenoyu ile göreve gelir. Çeşitli şekillerde görevden ayrılsa da bu geliş yöntemi neredeyse global bir geçerli uygulamadır.
Sucuoğlu’nun verdiği zarar kendi boyutundan çok büyük oldu. Ayrılması halkına ve devletine büyük bir hizmet olacaktır. Zaten, istemediği dışişleri bakanına, kabul edemediği enerji bakanına rağmen nasıl hükümet başkanı olmayı sürdürebilecek?
Gerçi, bu duruma Kıbrıs Türkü sarı öküzü kurtlara teslim ederken düşünmeliydi. Egemenlikten, adanın egemenliğindeki ortaklığımızdan vaz geçmemek için on yıllardır çekmiyor muyuz? Ankara’daki bir üst düzey atanmış bürokratı mutlu etmek için egemenliğimizi onunla ve amiriyle paylaşmamız kabul edilebilmesi elbette bu halka ve devletine saygının ön şartı, toplumsal kırmızı çizgimiz olmalıdır.
Çıkış acı da olsa yapısal reformların gerçekleştirilmesinde ve Kıbrıs Türk halkının kendi ayakları üzerinde durabilmesini başarmaktadır. Bunun için de herkes elini taşın altına koymalı, bir ulusal güç hükümeti kurulmalıdır.
Yorum Yazın