Pazar günleri Halk TV’de yayınım var. “Sanat Yaşam İnsan” isimli bir program hazırlayıp sunuyorum. Sevgili editörüm Erdal Aktaş’la birlikte.
Bir günlük yayın, neredeyse bir haftalık iş demek. En azından benim için öyle.
Gündemi takip et. Gündeme uygun konu ve konuk bul… Erdal’la didiş. O olur, bu olmaz!
Mutabakat sağla.
Araştır, çalış, oku… Önünde iki günde bitirmen gereken 600 sayfalık kitap da olabilir. Hiç bilmediğin bir konu da. Öğrenmeden, bilmeden yayına çıkmak olmaz. Yani bence olmaz…
Belirtmeye gerek var mı bilmiyorum ama pandemi döneminde sanat ağırlıklı bir program yapmaya çalışıyorsanız, vay halinize. Malum, her şey durmuş durumda. Dolayısıyla hayal gücünüzün devreye girmesi (ve mümkünse orada kalması!) büyük önem taşıyor.
Pazar, yayın gününe gelecek olursak, prensip olarak, bütün bu çalışmalar tamamlanmıştır.
Bir de yazı var tabi. Muhalif’teki yazılarımı cumartesileri yazıyorum. Genel Yayın Yönetmenimiz her cuma beni “bir yoklar”, tembellik etmemem gerektiğini, yazımı zamanında göndermemi bana nazik bir şekilde hatırlatır. Öyle demez ama ben anlıyorum tabii!
Dolayısıyla cumartesileri yazımı göndermiş olmanın rahatlığını yaşarım.
Ama yayın için yapmam gereken son an işleri vardır. Onları pazara bırakırım.
Buna göre bir pazar ritüelim vardır. Kolay kolay değişmez. Şaşmaz da.
Saat 14.00’de kanalda olacak şekilde son hazırlıklarım için birkaç saatim kalmıştır.
Sabah kalkar, afyonumun patlamasından sonra -ki o kontrolümde olan bir şey değildir- haberleri yakından takip eden ve son gelişmeleri özet halinde paylaşan kıymetli gazeteci arkadaşlarımdan oluşan WhatsApp gurubuma, gazetelere, haberlere bakar, sosyal medyada dolanırım. Saat 11 olduğunda da oturur, “kartonumu” hazırlar, sorularımı yazarım.
Bence televizyonculuk, bir yığın çalışma, okuma, tonla not, yazı demek; sonra bunların hepsinin toplanıp çöpe atılması suretiyle, mümkün olan en az ve en net malzemeyle yayına girmek demektir.
Kartonuma olmazsa olmaz bilgileri not ederim, ki o da konukların isimleri ile titrleridir. Ve tabi ki konuşulacak konu ne ise onu. Ya da filmin ismi, kitabın ismi gibi. Sorularınızla birlikte konsantrasyonunuzun da sizinle birlikte olması hayrınızadır.
Bunlar da tamamlanınca, yine “sunucunun” yapması gereken olmazsa olmaz iş, ne giyeceğine karar vermektir. Bu da benim son dakikalarda yapmayı tercih ettiğim bir iştir.
Ama gardırobun önünde kriz manzaraları, yatağın üzerinde dağlar hayal etmeyiniz. O manzaralar yayın dışındaki “normal” günlere mahsustur. Bunlara doğal afetler de diyebiliriz.
Seçimim, kıyafet sponsorumdan hafta içinde seçtiğim 2-3 seçenek arasında gerçekleştiği için bu aşama minimum hasarla atlatılmış olur. Çocuk büyüten bilir, daraltılmış seçenek hayatı kolaylaştırır!
13.30’da evden çıkar, 14’te kanalda olurum. 14-15 arası Erdal’la sohbet, son değiş tokuşlar. 15’te makyaj, saç-baş… Yayına 20 dakika kala hazır ve nazır bir şekilde sabırsızlanmaya başlarım.
Dediğim gibi bu silsile şaşmaz.
Afyonumu kim patlattı?
Ve fakat.
Hiç beklenmedik bir anda, hiç beklenmedik bir şekilde hayatımıza giriverdi.
Adını suçla, mafyayla eş tuttuğumuz Sedat Peker. Resmi titri “organize suç örgütü lideri”.
Videolarını Youtube’a koymaya başlamaz mı? Hem de pazar günleri! Hay aksi şeytan!
Bu hesapta yoktu işte.
Peki ben, sabah gözümü açtığımda ne oluyor beğenirsiniz?
Yapmam gereken onca iş varken? Almanları aratmayacak bir disiplinle neredeyse dakika dakika planlanmış günümü, plana uygun bir şekilde ve sükûnet içinde geçirirken, elimde yan döndürülmüş cep telefonumla ne yapıyorum?
Sedat Peker’in “taze” videosunu seyrediyorum.
Ama kabul edin soru kolaydı. Kolaydı çünkü, neredeyse herkes izliyor onun videolarını. Milyonlarca kez izleniyor. Konuşuluyor, tartışılıyor.
Düğmeye bastığım anda karşılaştığım o dekor, o kıyafet, o saat, kolye, bilumum detaylar, sonra da o tuhaf tonlamasıyla “değerli arkadaşlarım” deyişiyle anında afyonum patlıyor. Her türlü sabah kahvesinden daha etkili.
Dehşet içinde, başlıyorum anlattıklarını dinlemeye. Ve kaptırıyorum kendimi. Saati, yapmam gerekenleri unutuyorum. Arada ayılıp saatime bakıp, “ay dur biraz daha izleyeyim, olmazsa 15 dakika geç giderim” gibi bir şeyler diyorum kendi kendime.
Maşallah videoları da pek uzun. Konuştukça konuşmasının şehvetine kapılıyor. Anlattıkça anlatıyor. Adam dolu. Nasıl bir kazık yediyse artık?
En heyecanlı diziler gibi oldu.
Ve nitekim benim her şeyim pazar günleri aksar oldu. Kanala geç kalıyorum.
Rezalet!
“Mazeretim vardı” diyecek halim de yok.
Yarın bu yazı yayınlandığında, “yeni video” muhtemelen yayına girmiş olacak.
Ben de yarın muhtemelen, yine iki ayağım bir pabuca girmiş vaziyette kanalın yolunu tutmuş olacağım.
İyi pazarlar
Yorum Yazın