Lemi Özgen

Lemi Özgen


“Hamdım, piştim, yandım…”

“Hamdım, piştim, yandım…”

Taksiden indi. Tam karşısındaki görkemli binaya baktı. Kurşuni gökyüzü altında eflatun rengi daha da belirginleşmiş olan saraya benzer yapı,  göğe doğru tırmanan katları ve yüzlerce kemerli penceresiyle, ürkütücü bir güzellik halinde oradaydı işte. Öteki binalara da baktı. Yan yana uzayıp giden betonlar, taşlar, tuğlalar. Binalar, binalar. İzmir Palas, İtalyan Sefareti olarak yapılmış o süslü bina. İrili ufaklı apartmanlar. Yerde bir karışlık bir boşluk bile kalmamış. Her yer dolu. Her yer bina. Gülümsedi. ‘O’nun bir sözü geldi aklına. “Gökten yaratıldığımız halde yeryüzüne bu alakamız nedir?”

Apartmanların arasına sıkışıp kalmış, yavaşça ölmeye yatmış gümüşi akasya ağaçlarına baktı. Geçen yıl yavru kuşların sesleriyle çın çın öten yuva, şimdi hüzünlü bir sessizlik içindeydi. Kuşlar uçup gitmişti. Yine gülümsedi. ‘O’nun bir sözünü daha düşündü. “Bu, evde beslenen kuştur, havada uçan Simurg değildir, nefis şeyler yiyip içer, gıdası Hak’tan değildir”.

Heybetli binanın dört kapısından birinden içeriye girdi. Kalın bir kırmızı halı serili, beyaz mermer döşeli koridorda yürüdü. Geniş merdivenlerden ikinci kata çıktı. Bir dairenin kapısını çaldı. Biraz sonra iki erkekle üç kadının oturmakta olduğu sade döşenmiş bir salondaydı. Filizi yeşile boyanmış duvarlarda Kadıasker Mustafa İzzet, Tuğrakeş İsmail Hakkı gibi büyük hat sanatçılarının celi sülüs, şikeste, zülf-ü arus tarzındaki sedef çerçeveli levhaları görülüyordu.

Biraz konuştular. Sonra pencerenin önüne yerleştirilmiş kocaman masaya geçtiler. Gülkurusu perdeleri açtılar. Dışarıdaki gri renkli Maçka’ya baktılar. Sisler içinde yüzer gibi dalgalanan ve bir kalem gibi ince ve zarif minareleri seyrettiler. Kumruların yanık bir ney sesine benzeyen dem çekişlerini dinlediler.

Işıklar yakıldı. Oturdukları masayı tam tepeden aydınlatan kristal avizenin billur ışıkları altında, kalın kağıt yığınlarını sessizce okumaya koyuldular. Okudular ve yazdılar. Sepya renkli yıpranmış kağıtlara yazılmış Farsça yazıları okudular ve önlerindeki beyaz kağıtlara Türkçe yazdılar.

“Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor; ayrılıkları nasıl anlatıyor. Gamımızla günler geçti, akşamlar oldu; günler yanışlarla yoldaş kesildi de yandı gitti. Günler geçip gittiyse de ki, geçin gidin, pervamız yok. Sen kal ey dost, güzellikte sana benzer yok. Ham olan, pişkin, olgun kişinin halini hiç mi hiç anlayamaz; Öyleyse sözü kısa kesmek gerek vesselâm…’ diye yazdılar.

Sonra durdular. Birbirlerine bakıp gülümsediler ve sanki sözleşmiş gibi, hep birlikte son cümleyi yazdılar. “Hamdım, piştim, yandım”...

Ünlü Maçka Palas’taki yazar Safiye Erol’un dairesinde haftanın her Salı günü toplanan Samiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, Sofi Huri, Nihad Sami Banarlı ve Nezihe Araz, böylece Mevlana’nın Mesnevi’sinin birinci cildinin Farsça’dan Türkçe’ye çevirisini bu son cümleyle tamamladılar ve her zamanki gibi derin bir sohbete koyuldular. Chandelier Trimmings markalı kristal avizenin aydınlattığı odada, “Elif'ten Ya'ya kadar bütün harfler, hep aynı elif harfinin türlü bükülüş ve şekillenişiyle meydana gelir” gibi cümleler yankılanır oldu.

Anadolu Evliyaları, Kadın Erenler, Kırk Pencereli Konak, Bozkır Güzellemesi, Öyle Bir Nevcivan, Alacakaranlık gibi eserleriyle tanınan Nezihe Araz, 1922 yılında Konya’da doğdu. Ankara Kız Lisesi’nden sonra Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Kısa bir süreyle Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Behice Boran’ın asistanlığını yaptı. Sol sayılabilecek düşünceler içeren makaleler yazdı.

Fakülteden ayrıldıktan sonra 1950 yılında Resimli Hayat dergisinde gazeteciliğe başladı. Daha sonra çeşitli gazetelerde fıkralar yazdı. Röportaj ve araştırmalar yaptı. Bu dönemde Kenan Rıfai ile tanıştı ve onun öğrencilerinden biri oldu. Rıfai’nin dini görüşlerinden çok etkilendi.

Mevlana’ya hayranlığı günden güne artan Araz, Aşk Peygamberi adlı kitabında onun hayatını yazdı. Sol düşüncelerden giderek uzaklaştı ve kendini tasavvufa verdi. Yunus Emre’nin hayatını Dertli Dolap isimli kitabında anlattı. Benim Dünyam adlı şiir kitabından sonra kendisini üne kavuşturan Anadolu Evliyaları yayımlandı.

Tiyatroya yönelen Araz, Bozkır Güzellemesi, Öyle Bir Nevcivan, Alacakaranlık, İmparatorun İki Oğlu, Afife Jale, Ballar Balını Buldum, Cahide gibi oyunlar yazdı. Akıllı Tavşan ve Güçlü Aslan, Sihirli Fındıklar adlı müzikli çocuk oyunları da ilgiyle izlendi.

O Kadın, Ekmek Kavgası, İhtiras Fırtınası ve Hanım adlı senaryolarından çekilen filmlerde, Türk sinemasının ünlü oyuncuları rol aldı. Sadece TRT televizyonunun yayın yaptığı dönemde sabah saatlerinde yayımlanan ‘Hanımlar Sizin İçin’ adlı programı da hazırladı ve bu program, o dönemin en çok izlenen yapımı oldu.

Anadolu Kadın Erenleri, Sen Latife Değil Latif’sin, Kuvayi Milliye Kadınları, Atatürk Evleri, Mustafa Kemal’in Ankara’sı, Bir Zamanlar O da Çocuktu: Adı Mustafa,  Hoşgörü Ustaları, Kutlu Melek,  Mustafa Kemal’in Devlet Paşası, Mustafa Kemal’le 1000 Gün gibi kitapları da yayımlanan Nezihe Araz, son yıllarda rahatsızlığı nedeniyle yazmayı bıraktı.

Eserlerinde olumsuz fiil kullanmamak için mesela ‘ışığı yak’ yerine ‘ışığı uyandır’, ‘ışığı söndür’ yerine ‘ışığı dinlendir’ demeyi tercih eden Nezihe Araz, niçin yazmadığını soranlara da hep şöyle yanıt verdi:

 “Ya hayır söyle ya da sus”…

telif

Makale Yorumları

  • Ferruh Yavuz 14-03-2022 10:59

    Lemi Özgen bu makalesi ile 1950’li yıllarda yükselen Türk Modernleşmesinin sûfi kanadına dokunuyor. Ken’an Rifai’nin varisi Semiha Ayverdi’nin Kubbealtı Cemiyeti altında topladığı, “Rönesans rasyonalizmin beşiği idi. Tanzimat da garbın bu yeni kabesini kopya eden iptidai bir karikatürü oldu.”(Türk Tarihinde Osmanlı Asırları C2,s789) itirazına cevap arayan münevverlerin Maçka Palas’taki mevcudu içinde sayar Nezihe Araz’ı. O topluluk kökeni Türkistanlı Ahmet Yesevi’ye dayanan sûfilik en çok diyarı Rum’da yer bulur. Yesevi’yle aynı yerden kopup Konya’ya yerleşen (Şair: Mevlana) Celaleddin Rumi sûfi irfanının vücut bulmuş halidir. İşte oradaki topluluk şairin en büyük eseri Mesnevi’yi Türkçeleştirir. Topluluk sadece sayılanlardan ibaret değildir. Adı geçmeyenler arasında dünya allamesi Annemarie Schimmel de vardır ki, o dönemde Ankara İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi kürsüsünde profesör, aynı zamanda Rifai Tarikatının sıkı takipçisidir. Nezihe Araz’ın ilgi alanları son derecede geniştir. Tarihten tiyatroya pek çok alanda bir ömür eser vermiş, geriye geniş bir külliyat bırakmıştır. En bilinenlerden bir, Anadolu Evliyaları’nda söze; ”işte biz, Anadolu'yu bir baştan bir başa tutmuş olan ve hal¬kımızca vatan coğrafyasının manevi sahipleri bilinen ermişleri, onun deyişiyle «Urum erenleri»ni yazmaya çalışırken, bir tarih¬çi gibi, onların tarihi niteliklerine değil, halk muhayyilesinde ya¬şayan efsane ve menkıbe dolu hayatlarına ışık tutacağız.” kelamıyla başlar ve yanımızda, yöremizde bildiklerimizi, bilmediklerimizi anlatır sayfalarında. Bunlardan, daha öğrenciliğinde ziyaret ettiği okulunun bitişiğinde Ankara-Samanpazarı’nda türbesi artık apartmanlar arasında kalmış Karyağdı Hatun’u anlatır; “ Günün birinde evin yaşlıları gelin kızın betine benzine bak¬mışlar da işi anlayıvermişler; Tanrı izni, pirler himmeti yetişmiş, gelin hanım hamileymiş meğer! Eh! aş ermek kadın töresinde haktır, helaldir, ayıplayanın başına tez gelir. Bizim gelin de aş eriyor diye kimse ayıplamaz. Ayıplamaz ama yavrucak öyle bir şeye aş erer ki bulup buluş¬ turmak müşkülün müşkülü. Çünkü taze gelin, ağustos ayında kar ister. … Kadıncağız, gündüz hayalinde kar helvaları yiye; gece dü¬şünde kardan adamlarla güreşe boğuşa bebesini büyüte dursun, artık bir dem gelmiş dayanamaz olmuş. Herkesin mışıl mışıl uykuya vardığı bir sıra, bahçeye çıkıp hem ağlamış, hem istemiş: «Allahım!» demiş; Her şey senin elinde! Sen, ol diyince gökyüzün¬den kar da yağar, nur da yağar! Ver Allahım! Lapa lapa kar ver, avuç avuç kar yiyeyim, içimin şu bitmez yangını sönsün. Al¬lahım! Allahım! Kar ver Allahım!» Kar yağmış, gelin yemiş, ta. .. gün ağarıncaya kadar. Ertesi sabah Ankara'yı bembeyaz kar içinde görenler büyük bir şaşkın¬lığa uğramışlar ama, Tanrı'ya sözünü geçiren gelinin hikayesi de çabucak ortalığa yayılmış. Hikayesi diyoruz, çünkü gelinimiz has¬tadır. Yediği kar ona dokunmuş, yatağa düşmüştür. Kaynanası, kenarı pullu al duvağı torununun beşiğine örtme¬yi arzuluyordu ama, gelinin taıbutuna örtmek nasipmiş». Efsanesi böyle. Yolunuz Ankara’ya düşerse uğrayıverin bir. Şimdi demir çitle çevrili türbesine bir tas su döker, isterseniz bir Fatiha da okursunuz.

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar