Bu da öteki barmenler gibi. Yüzüme hiç bakmıyor. Önümdeki bardağın boş olduğunu pekala da görüyor ama kılını bile kıpırdatmıyor. Neyse, sonunda baktı. Konuşmuyor. Önümdeki bardağa kısa bir bakış. Sonra o bakışın yüzüme kaydırılması. İçip içmeyeceğimi sormuş oluyor böylece. Oyunun nasıl oynanacağını çoktandır biliyorum. Gözlerimi hızla açıp kapatıyorum. Evet, içerim demek oluyor bu da. Anlaştık.
Biraz sonra tam önüme değil, sağ kolumun bir karış kadar ötesine cam kupa konuyor. Barmenin beni tanıdığını ve bana düşmanlık olsun diye bunu yaptığını düşünüyorum.
Oysa Dublin’in bu kadar aşağı bir mahallesinde, ömrümde hiç gitmediğim, adını bile duymadığım bir meyhanede, kimsenin beni tanıyamayacağını da biliyorum. Yine de aylardır gece gündüz, her saat, her dakika beynimi ve yüreğimi kemiren o duygunun beni pençesine alıvermesini önleyemiyorum.
Barmen, bana daha dikkatli bakıyormuş gibi geliyor. Müşterilerin bakışları da sanki üzerimde toplanmış gibi. Kesin olarak beni tanıdılar. Bak, işte aralarında fısıldaşıyorlar.
Barmenle göz göze gelmemek için duvardaki tabloya bakıyorum.Titriyorum.
Barmen sertçe kapanma saatinin geldiğini söylüyor. Yağmurlu ve soğuk geceye çıkıyorum. Islak sokakta yürüyorum. Sanki herkes bana bakıyor. Ne konuştuklarını duyamıyorum ama ‘muhbir işte bu’ dediklerini biliyorum. Arkamda ayak sesleri var. Konuşmalar var. ‘Hey alçak muhbir’ diye sesleniyorlar sanki bana. Korku içinde durup arkama bakıyorum. Hiç kimse yok. Oysa her taraftan, köprünün altından akan sudan, ötelerdeki akasya ağaçlarından hep aynı sözler yükseliyor. ‘Muhbir, muhbir’, ‘hain, hain’, ‘alçak, alçak’. Sesleri duymamak için ellerimle kulaklarımı sımsıkı kapatıyorum. Daha fazla dayanamıyorum. Köprünün tam ortasında yere diz çöküyorum. Parmaklarımın arasından, kulağıma yine o sözler doluyor. “Hain, hain”...
İrlandalı romancı Liam O’Flaherty, ünlü romanı Muhbir’de, arkadaşlarını İngilizlere ihbar eden McPhilp’in çektiği acıları, herkesten kuşkulanmasını, ihanetinin herkes tarafından biliniyor olduğunu sanmasını ve sonunda resmen çıldırmasını, benim bu canlandırmaya çalıştığım için yeniden kurguladığıma benzer bir şekilde anlattı işte. Çok iyi anlattı çünkü kendisi de yaşamının bir bölümünde muhbirlikle suçlandı.
Liam O’Flaherty 28 Ağustos 1896’da doğdu. On iki yaşına geldiğinde, üç değişik okula girip çıkmış ama hiçbirini bitirememişti. Uzunca bir aradan sonra Blackrock Koleji’ni bitirmeyi başardı ve Dublin Üniversitesi’ne girdi.
1917’de okulu terk etti. İngiliz ordusuna yazıldı. Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. Belçika’da girdiği bir çarpışmada, hemen yanı başında patlayan bir şarapnelden fırlayan parçalardan kötü bir biçimde yaralandı. Başına saplanan bir parçanın beyninde yaptığı hasar nedeniyle, ömrünün sonuna kadar zaman zaman sinir krizleri geçirdi.
O'Flaherty savaştan sonra İrlanda’ya döndü. 1920 yılında patlak veren İrlanda iç savaşında cumhuriyetçilerin yanında dövüştü. Savaşa katılan bütün İrlandalıların bıçak sırtında yaşadığı, herkesin en küçük bir bahane ile ‘dönek, hain ve muhbir’ ilan edilip, acımasızca yok edildiği o yıllarda, Liam da muhbirlikle suçlandı.
Savunma yapmanın anlamsız olduğunu bildiği için yapmadı ve saklandı. Dublin’de durmadan adres ve kimlik değiştirerek dolandı durdu. Aynı zamanda, ‘muhbir’ olduğu gerekçesiyle kendisini cezalandırmak için peşine düşen eski silah arkadaşlarının amansız takibinden de kurtulmaya çalıştı.
Sonunda Amerika’ya gitti. O sıralarda yeni yeni ünlenmeye başlayan kuzeni film rejisörü John Ford’un Hollywood’daki evinde kaldı. Muhbirlik suçlamasından aklandığı haberini alınca, yeniden İrlanda’ya döndü. Yazmaya başladı. 1923’te ilk romanı Komşunun Karısı yayımlandı.
Sonra kendisini üne kavuşturan Muhbir romanını yazdı. O’Flaherty bu romanda, büyük ölçüde kendi başından geçenleri anlattı. Para karşılığında arkadaşlarını polise ihbar eden, ama sonra devrimciler tarafından görüldüğü yerde vurulmak üzere takip edilen sabık devrimci Mc Philip’in ruh durumunu anlattığı bu roman, kuzeni rejisör John Ford tarafından sinemaya uyarlandı ve film Oscar kazandı. O’Flaherty, sonraki yıllarda yazdığı Kara Ruh, Şehit, Kıtlık, Toprak ve Boyun Eğmeyeceksin adlı romanları ile kısa hikayeleri sayesinde, dünyanın sayılı edebiyatçılarından biri oldu.
Siyasi faaliyetlerine de devam eden O’Flaherty, İrlanda Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. İrlanda’daki İngiliz egemenliğine karşı düzenlenen hemen her harekete katıldı. Defalarca tutuklandı. Nedir, yıllar önce kendisine vurulan ‘muhbir’ damgasından asla kurtulamadı. Aslında bu damga artık kendi kafasının içindeydi ve O’Flaherty, muhbirlik suçlamasını yıllar içinde kendi kendine büyütmüş ve sonunda buna kendisi de inanmıştı.
Sinir krizleri sıklaşmaya başlayınca zorunlu olarak yazmayı bıraktı ve evine çekildi. Hasta yatağındayken, Komünist Partisi’nden ayrıldığını ve yeniden Katolikliğe döndüğünü açıkladı.
Liam O’Flaherty, 7 Eylül 1984’te Dublin’de öldü.
Yanında kalmaya devam eden çok az sayıdaki arkadaşı, O’Flaherty’nin ölmeden önce pencereyi açıp, ‘ben muhbir değilim’ diye bağırdığını söylediler. The Irish Independent ve The Irish Times gibi bazı İrlanda gazeteleri ise, bu sözlerin ‘muhbirler’ tarafından uydurulduğunu yazdılar.
Hangisi doğru, anlaşılamadı.
Sonra Nazım Hikmet adlı büyük bir şair, O’Flaharty’nin yüzlerce sayfada anlatmaya çalıştığı o büyük korkuyu tek bir şiir dizesiyle anlatıverdi:
“Hiçbir korkuya benzemez/
halkını satanın korkusu”…
Teşekkürler. Ellerine sağlık. Bilgilenerek, keyif alarak izliyorum. Gözlerinden öperim. İrlanda'yı ziyaret fırsatım ve olanağım olursa kesin yol arkadaşımsın. Bu arada Ulysses' deki bir günü de beraber adımlardık.
Kalemine sağlık arkadaşım...