Bir Muammer Karaca’mız vardı… İmparatorluk molozları arasından neşe saçmaya çalışan Şehzadebaşı-Direklerarası sahnelerinden çıkmış; Darülbedayi’ye kadar yükselmişti… Tabii bu arada Cumhuriyet ilan edilmiş, yeni devlet yüzünü köhne, kokuşmuş alaturkalıktan modernliğe doğru dönmüştü…
Meşrutiyet’te, Millî Mücadele devrinde Ermeni tiyatrocularımızın kabiliyetlerinde vücut bulan trajediler, melodramlar kesildi… Peşpeşe yapılan inkılâplarla bir neşe havasıdır başladı… Operet dediğimiz tür memleketimizde peyda oldu!
Bu operet türüne Darülbedayi de kayıtsız kalamadı… O meşhur Vasfi Rıza Zobu’lar, Hâzım Körmükçü’ler, Bedia Muvahhit’ler, Halide Pişkin’ler bu hafif, müzikli türle seyircileri selamladılar… Az buz da değil, neredeyse on yıl! Aralarında Muammer Ruşen, yani artık bilinen adıyla Muammer Karaca da vardı… Bu esmer, çevik, tulûat janrına yakın ve sevimli oyuncunun parıltısı gittikçe yıldızlaşıyordu…
Ve yıldızlaşmak Muammer Bey’e Alabanda Revüsü ile nasip oldu. 1942’de Safiye Ayla ile beraber oynadıkları bu oyunla zirveye bayrağını çekmişti artık… Otuz sene kadar duracağı zirveye…
Sonra Avni Dilligil tarafından kurulan Ses Opereti’ne girdi. İki büyük oyuncu arasında bir anlaşmazlık yaşanınca Muammer Bey ayrılıp kendi trupunu kurdu. Bir uzun Anadolu turnesine çıktı ve sonra Maksim’de temsil vermeye başladı.
Seneler geçtikçe seyircinin, bu sevimli halk komedyenine rağbeti arttı ve Muammer Bey bir marka haline geldi. Artık bu markanın yerleşik bir sahnesi olması lazımdı. Ve birkaç ay süren inşaatın ardından, 15 Mart 1955 tarihinde, bir Salı gecesi Karaca Tiyatro perdelerini açtı. Bu sahnede o zamana kadar Türkiye’de görülmeyen bir teknik, “döner sahne” vardı. Planı Perran Doğancı tarafından çizilen binada ilk sahnelenen piyes, Refik Kordağ tarafından adapte edilen, ülkemiz tiyatrosunda yeni bir çığır açan Ednan Bey Duymasın oldu. Politik mizah tiyatromuza Muammer Bey sayesinde girmişti artık…
Bu piyesi, ülkemizde en uzun süre sahnelenen piyes olma rekorunu hâlâ elinde bulunduran Cibali Karakolu izledi… Ve o gün bu gündür efsane gibi anlatıldı, oynandı, film yapıldı durdu…
Zaman acımasızdı; Muammer Bey de yaşlandı, sıkıldı… Seneler boyunca oturduğu zirvenin yalnızlığında kıvranıp duruyordu… Türkiye’de o güne dek hiçbir tiyatrocuya nasip olmayan bir şöhrete, kudrete ve servete sahip olmuştu… Yeşilçam filmlerinde mekân olarak kullanılan havuzlu, lüks villası; evine layık harika otomobili, siyasîlerle hiç bozulmayan arası ve kendi kendiyle yarışan sanatı arasında gelip-giden Muammer Bey bu yürüyüşten yorulmuştu…
Önce evi Karaca Tiyatro’dan ayrıldı, sonra tiyatrosunu kapattı… Bir-iki tiyatroda konuk oyuncu olarak sahneye çıktı. Sinema da arz-ı endam etti ve gitti... 28 Nisan 1978 itibariyle artık bir Muammer Karaca’mız yoktu!
Muammer Bey’in yokluğuna İstanbul Tiyatrosu’nun, Ulvi Uraz’ın, o yerli ve sevimli Bulvar tiyatrolarının yokluğu da eklenince tiyatromuz “yok”un tiyatrosu haline geldi… Birkaç rüştünü ispat etmiş tiyatrocu dışında kendini sürekli tekrar etmekten usanmayan, taklit bir tiyatro!
Hemen Muammer Karaca’nın tulûatla modern tiyatroyu birleştiren oyun tarzına sırtımızı döndük. Sandık ki geçmişe sırtımızı döndük mü gelecek görünecekti yüzümüze… Öyle olmadı, bir kültüre sırt çevrildi… Son ustaları da gidince kayıverdi elimizden Türk Tiyatrosu, daha tam olamadan…
Şimdi de Karaca Tiyatro yıkıldı… Yeniden yapılmak üzere! Yeni yapı o senelerin binasının tadını verir mi hiç? Ve Muammer Bey’e ait ne varsa teker teker hayatımızdan çıktı…
Sahi bir tiyatromuz olacaktı bizim, epeydir göremiyorum… Ne haldedir acaba? Hu hu, tiyatro, orada mısın?
Yorum Yazın