Bu hafta siyaset ve diplomasi gündemi baş döndürücü olaylarla doluydu. Önce İçişleri Bakanlığı önündeki bombalı saldırı. Hemen sonrasında bombalı saldırının terör örgütü PKK’ya bağlı bir birim tarafından üstlenilmesi..Ardından”Bir gece ansızın gelebilirim” söylemiyle Suriye’de YPG’ye ait belirli mevzilerin bombalanması...Yetmedi; Ürdün’den havalandığı söylenen ABD Hava Kuvvetleri’ne ait F-16 savaş uçaklarının “meşru müdafaa” bahane edilerek ABD üssüne bir km. uzaklıkta bir Türk SİHA’sını düşürmesi... Öte yandan İspanya’nın Granada kentinde toplanan Avrupa Siyaset Topluluğu liderler zirvesine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “rahatsızlık” bahanesiyle katılmaması...
İçişleri Bakanlığı önünde meydana gelen bombalı saldırı olayı çok konuşulduğu için artık burada ayrıntısıyla yazmama gerek yok. Gelelim Suriye hava sahası içinde Türkiye’ye ait insansız hava aracı SİHA’nın düşürülmesine...
İçişleri Bakanlığı önündeki bombalı saldırının ardından Dışişleri Bakanı Hakan Fidan sert bir açıklama yaptı. Fidan, “Irak ve Suriye’de PKK/YPG ‘ye ait olan bütün alt yapı, üst yapı tesisleri, enerji tesisleri bundan sonra güvenlik güçlerimizin meşru hedefidir. Üçüncü tarafların PKK/YPG ‘li tesislerden ve şahıslardan uzak durmalarını tavsiye ediyorum,”ifadesini kullandı.
Allah Allah! Bu açıklama acaba neden örneğin Savunma Bakanı ya da Genel Kurmay Başkanı değil de Dışişleri Bakanı tarafından yapılmıştı? Yoksa Fidan’ın bizim bilmediğimiz üst düzey güvenliği kapsayan başka bir görevi daha mı vardı? Bence bu ciddi cevabı verilmesi gereken bir soru. Ayrıca Fidan acaba üçüncü taraflar derken kimleri kast ediyordu? Bölgede bulunan ABD ve Rus kuvvetlerini mi?
Bu açıklamanın ardından Türk Hava Kuvvetleri Suriye’de YPG’ye ait olan tesisleri bombaladılar. O arada da bir Türk SİHA’sı Amerikan F-16 jetleri tarafından düşürüldü. Euronews’ün haberine göre konuyla ilgili açıklama yapan Pentagon Sözcüsü Tuğgeneral Patrick Ryder “ABD’li komutanlar, ABD birliklerine 500 metreden daha yakın olan insansız hava aracını potansiyel bir tehdit olarak değerlendirdi ve ABD F-16 savaş uçakları daha sonra aracı meşru müdafaa amacıyla düşürdü,” dedi. Haberde ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’le Türk meslektaşı Yaşar Güler’in de bu konuda görüştüğü belirtildi.
Fakat gariptir, Ankara’dan bu konuda herhangi bir açıklama gelmedi. Olayın ardından havuz medyasına baktım. Orada da herhangi bir haber yoktu. Ankara sanki hiç bir şey olmamış gibi kulağının üstüne yatmıştı.
MUAVENET ZIRHLISI FACİASI
Olay bana çok eskilerde kalan Muavenet zırhlısının Amerikan füzeleri tarafından “yanlışlıkla” vurulmasını hatırlattı. Bellekleri tazeleyelim. Ekim 1992’de Ege Denizi’ndeki NATO Kararlılık Gösterisi-92 tatbikatı sırasında USS Saratoga uçak gemisinden atılan iki Sea Sparrow füzesi Muavenet zırhlısını vurdu. Olayda gemi komutanı Kurmay Yarbay Levent Kudret Güngör, Uçaksavar Yardımcı Subayı Teğmen Alper Tunga Akan, Telsiz Astsubayı Serkan Aktepe, İkmal Çavuşu Mustafa Kılıç ve Er Recep Atak hayatlarını kaybetti;22 denizci de yaralandı.
Dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Lawrence Eagleburger, haberi Ankara’nın Washington Büyükelçisi Nüzhet Kandemir’e “Geminizi batırdık, özür dileriz,” diye iletti. ABD tarafı olayın kaza olduğunu açıkladı. Ancak kaza açıklaması “Saratoga mürettebatının iki atışının da tam isabet kaydetmesi, Sea Sparrow füzelerinin ateşlenebilmesi için altı ayrı karara ihtiyaç olması, ayrıca bu işlemlerin ayrı ayrı odalarda bulunan personel tarafından yapılmakta olması” nedeniyle kamuoyu tarafından inandırıcı bulunmadığı gibi Muavenet’in vurulmasının kasıtlı olduğu inancı yerleşti. Muavenet olayından hemen önce Kuzey Irak’taki bir terör operasyonu sırasında Türk askerlerine ateş açan iki ABD helikopterinin karşı ateşle düşürülmesi “mukabele-i bilmisil” deyimini akla getirmişti.
Konumuza dönelim. Türkiye, zaten iktisaden derin bir batağa sürüklenmiş ve Batı’dan borç para arar hale gelmişken yeniden güvenlikçi politikalara dönmekle acaba neyi amaçlıyor? Önümüzdeki Mart ayında yapılacak yerel seçimlere kadar bu güvenlikçi politikaları sürdürüp milli duyguları köpürtmek mi istiyor? Bu yolla seçimleri kazanma peşinde mi? Bu da cevaplanması gereken önemli bir soru.
AVRUPA SİYASİ BİRLİĞİ ZİRVESİ
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından ortaya atılan Avrupa Siyasi Birliği fikrinin hayata geçirilmesinden sonra ikinci zirvesi İspanya’nın Granada kentinde yapıldı. Ama Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan davetli olmasına rağmen “rahatsızlığı”nı bahane ederek zirveye katılmadı. Kısa süre içinde katılmama nedeni ortaya çıktı. Zirveye paralel olarak Azerbaycan-Ermenistan anlaşmazlığı ve Karabağ sorununun ele alınacağı zirveye paralel yapılacak bir toplantıya Erdoğan davet edilmemiş, bunun üstüne Erdoğan da zirveye katılmayacağını bildirmişti. Erdoğan’ın katılmayacağını öğrenen Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev de, her iki toplantıya davetli olmasına rağmen katılmama kararı aldı. Buna karşılık Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan Granada’ya gitti.
Burada soruyorum: Cumhurbaşkanı Erdoğan neden zirveye katılmayı istemedi? Batı’yla köprüleri atmayı mı amaçlıyor, yoksa AB liderleri arasında kendini “rahatsız” hissedeceği için mi Granada’ya gitmek istemedi? Oysa Granada zirvesi AB’yle Türkiye arasındaki bağları tamir etme yolunda önemli bir fırsattı. AB Komisyonu Başkanı Ursula Von Der Leyen bütün AB üyesi ülkelere hitaben yaptığı yıllık konuşmasında (State of The European Union) 27 ortaklı birliğin artık daha dinamik hale gelmesi için genişlemek zorunda olduğunu açıklamıştı. Türkiye için bundan daha iyi fırsat mı olurdu? Ama olmadı, olmuyor. Türkiye sanki gizli bir el tarafından eteğinden tutulmuş, aşağı çekilmeye, demokrasi ilkelerinden iyice uzaklaştırılmaya, tam anlamıyla güvenlik politikalarının uygulandığı kapalı devre bir devlet olmaya itiliyor! Küflü İttihatçı kafalarla buraya kadar galiba!
Yorum Yazın