Erkin Koray da gitti işte. Ankara’daki bir konserinde “İlahi Morluk” diye bir şarkı söylemişti. “İlahi Morluk / Nedir Bu Zorluk? Çoktandır Sorduk / Nedir Bu Zorluk? Güzel bir renk olan mor da gitti işte. Hayatımızdan bir renk daha kayboldu.
Sonunda beklediğim gün geldi çattı adamım. Bayıltıcı çiçek kokularının burnuma dolmasından, etrafımdaki her şeyin, tüm o yıldızların, çiçeklerin, bende önce esaslı bir ağlama, birkaç dakika sonra da deli gibi gülme isteği yaratmasından, beklediğim günün yaklaştığını biliyordum zaten. Gün gelmişti işte adamım…
Sonra bir gece gökte koşarak yükselen ve ansızın görünmez bulutlara asılarak, kocaman bir altın tepsi gibi yeryüzünü seyre duran ayı gördüm. İnan aydan altın tozları savruluyordu. Aydan minnacık kandiller, ufacık ama hepsi de pırıltılı ışıklarla yanan mumlar savruluyordu. Ay tozları ile uzak yıldızlardan kopup gelen alacalı yıldız tozları, yüzüme vuruyordu.
Geri geri yürüyerek eve doğru çekildim. O ayı, o şimdi kandil gibi yanan yüz binlerce yıldızı ürkütmek istemiyordum.
Gözlerimi aydan hiç ayırmadan evden içeriye girdim. Geçen Ağustos’tan beri dokunmadığım Fender gitarı el yordamıyla buldum. Bilirsin, hani şu ‘Stratoscer Hss’ olanı. Amfi falan hep hazırdı zaten. Yüzümü aydan hiç ayırmadan, girişteki basamaklara oturdum adamım.
Gözlerim bir mıknatıs gibi aya mıhlanmış, çalmaya koyuldum. Bildik, bilmedik ne kadar blues varsa öttürüyordum adamım. Önce Broken Hearted, Lonesome Dog, Big Fat Woman gibi hüzünlü parçalar çaldım. Sonra aydan yağan tozlar hızlanır gibi oldu ve benim de parmaklarım kendiliğinden hareket etmeye başladı.
Öyle hızlı akor basıyordum ki, kendi parmaklarımı göremiyordum adamım. Boom Boom’da öyle bir ritim tutturdum ki, Hooker duysa bana ana avrat dümdüz giderdi kuşkusuz. There Is One Every Crovd’u usulünce çaldım ve son parça olarak da elbette August’u tıngırdatmaya koyuldum…
Sonra benim mütevazı şarkılarıma geçtim adamım. Fesuphanallah, Cemalim, Estarabim, Çöpçüler, Şaşkın, Arapsaçı ve tabii Öyle Bir Geçer Zaman ki…
İşte tam o sırada komşum olacak o kişi bahçeye fırladı ve bana bağırmaya başladı adamım. Gecenin bu saatinde gürültü yapıyormuşum, bütün bir ay böyle saz çalarsam, kış gelince günümü görürmüşüm, biraz çalışmam lazımmış, acık biriktirmem lazımmış, kıyıya köşeye üç beş koymam gerekirmiş falan. Bağırdı da bağırdı.
Sonunda nefesi kesildi ve sustu. İşte o zaman ben veryansına başladım. Yaptığım şeyin gürültü değil müzik olduğunu belirttim. Onun gibi çalışmaktan ve biriktirmekten başka bir şey bilmeyen birinin, bunu anlamasının elbette zor olduğunu da ekledim.
Söylesene adamım, biriktirmek ne demek? Herkes kendi ihtiyacı kadar üretse, fazlasını da komşuları ile paylaşsa fena mı olur? O zaman eğlenmek, gitar çalmak, sevişmek için çok daha fazla vaktimiz olur ve şu çirkin dünyada güzelce yaşar gideriz.
Neyse adamım. Bunlar derin konular ve beni aşar. Uzat şu gitarı…
Erkin Koray da gitti işte. Ankara’daki bir konserinde “İlahi Morluk” diye bir şarkı söylemişti. “İlahi Morluk / Nedir Bu Zorluk? Çoktandır Sorduk / Nedir Bu Zorluk?”…
Güzel bir renk olan mor da gitti işte. Hayatımızdan bir renk daha kayboldu. Sadece siyahın, az biraz beyazın ve bu iki rengin geçişsiz ve imkansız birlikteliğinin bütün yükünü taşıyan ciddi grilerin hakim olduğu bozbulanık bir dünyaya doğru savrulup gidiyoruz artık.
Morlar, menevişli zakkum pembeleri, gökyüzü mavileri, Van Gogh sarıları, Ebruliler, Yavruağızları birer birer silinip gidiyorlar hayatımızdan…
Ve her an biraz daha anlıyoruz:
“Öyle Bir Geçer Zaman ki”…
Yorum Yazın