Şehrin beyaz örtüsü sadece sokaklarımıza yağmadı. Sanki karın soğuk yüzü pandemi haberlerinin de, savaşın iç burkan gündeminin de üzerini örttü kısa bir süreliğine.
Pencereden yağan karı izlerken, sıcak kahvelerimizi yudumlayıp 12 saat arayla benzine gelen zamları unuttuk. Faturalarımızı rafa kaldırdık ve bu romantizm akımına hızlıca ayak uyduran story’ler paylaştık.
Uzun zamandan beri ilk kez bu haftasonu kendimle içsel bir yolculuğa çıktım yeniden.
Pazar günü beklenmeyen bir durum yüzünden eşim tüm gün yanımızda olamadı. Bebeğim de erkenden uyudu.
Bütün akşam zihnimin uçsuz bucaksız okyanusunda, kağıttan gemilerimi yüzdürdüm.
Kahvem eve saldığı mis gibi kokusuyla demlenirken, bitkilerimin saksılarını değiştirdim.
Toprağa dokundum…
Sahi en son ne zaman yaptınız siz bunu?
Toprağa dokunup, kafanızda dönüp duran felaket senaryolarını ne zaman nötr’lediniz?
Yazımı yazdım. Yakmaya kıyamadığım mumları yaktım. Gökyüzünden süzüle süzüle düşen kar tanelerini izledim. Pencerenin önüne kuşlar için ekmek ufaladım.
İlham aldığım şeyleri düşündüm..
Andy Warhol’u, Dali’yi, Kafka Okur dergisini, Cemalnur Sargut’un Tasavvuf sohbetlerini, Ajda Pekkan’ın eskimeyen şarkılarını, deniz kabuklarını, bir yelkenliyi dolduran rüzgarı düşündüm…
Kar yağarken bulutların hiç görünmediğini fark ettim şu yaşta. Demek bunca sene kar yağarken bir kere olsun hakkını verip bakamamışım gökyüzüne. Oysaki gökyüzünü ve uçmayı çok severim ben.
Bir uçağın penceresinden saatlerce izleyebilirim bulutları..
Bunlar gelince aklıma yolculukları düşündüm.
En güzel kıyafetlerini bir valize doldurup, kısa bir zaman dilimi için başka iklimleri, başka otel odalarını yuva yapmak ne güzeldi.
Bir şehrin bilmediğin sokaklarında yürümek, küçük bir şehir kafesinde çektiğin fotoğraflara bakarken sıcacık bir kahve içmek nasıl iyi gelirdi ruhumuza.
Havaalanlarında yazılar yazmak, arabayla çıkılan uzun yolculuklarda mola verdiğin tesislerde gecenin bir yarısı üşüye üşüye sıcacık bir çaya ve peyniri uzayan tosta teslim olmak ne tarifsizdir.
En sevdiğim filmleri düşündüm.
Yalancı Yarim filminde Emel Sayın’ın pazarcı babasıyla, Tarık Akan’ın abisi Mahmut’un Derviş Başak’ın evinde denk geldiği sahneyi anımsadım.
Sonra da Pretty Woman’da Julia Roberts’ın efsane alışveriş sahnesini.
Organize İşler’de İstanbul’u kuşbakışı gören tüm planlar bir kere daha geçti gözümün önünden.
Filmler gelmişken aklıma ruhumu, bedenimi ve zihnimi besleyen yemekleri düşündüm…
Üniversiteye giderken akşamları uğradığım sokak pilavcısını.
İstiklal Caddesinin girişinde bekleyen kestaneciyi.
Bakırköy’de sabahları önünde kuyruk olan kahvaltı arabasını. Sahi hala bankanın önünde bekliyor mudur?
Dolmabahçe’de arabaya sıcak sahlep getiren çay bahçesini.
Sarıyer’deki unutulmaz pideciyi,
Beşiktaş’ı sevme nedenlerimden biri olan yol üzerindeki kokoreççiyi.
Bıkmadan, sayfalarında defalarca gezinebileceğim kitapları düşündüm.
Bir ansiklopediden hallice haliyle ilk bakışta okurlarını korkutan Tanrılar Okulu’nu, her tatil çantama mutlaka attığım Tanrı ile Sohbet 1’i, bana okumayı sevdiren çocukluğumun en favori kitabı Fedor Amca’yı,
Her okuyanı hayata bağlayan Veronika Ölmek İstiyor’u,
İlber Hoca’nın gezi kitaplarını, Marilyn Monroe’nun hayatını, su gibi akan Osho kitaplarını…
ve hayatımda atacağım her adımda bana ilham veren küçük ve büyük diğer şeyleri..
Ayasofya’yı, pırıltılı kalemleri, çizgili defterleri, uçak camından izlenen bulutları, Türk kahvesinin köpüğünü, otel odalarının yaşattığı köksüzlük hissini, kalabalık aile sofralarını, labradorit taşlarını, dolunayı, vanilya kokulu mumları, sulu boya resimleri, topuklu ayakkabıları, araba kullanırken müzik dinlemeyi, fırından çıkan sıcacık tarçınlı kek kokusunu..
Bu sabah, sen de sana ilham veren şeyleri bi düşünüp alt alta yazmak ister misin?
Emin ol, pazartesinin ritmine ve ruhundaki enerjiye çok iyi gelecek.
Yazdigim koca iki yorum bir anda yok oldu ust uste :-( cok nostaljik harika bir gece turuna gotudunuz beni gece gece, millerce uzaklarda. Ellerinize saglik