MUTLULUĞA GİDEN YOL
Mutluluk Diye Bir şey Var mı?
İnsanoğlunun ikinci büyük arayışı mutluluğa giden yolu bulmaktır. Öbür dünyaya karşı duyulan şüphe insanoğlunu sadece ölümsüzlüğü aramaya sevketmemiş, mutluluğu aramaya da yönlendirmiştir. Tarih boyunca yaşamın anlamı mutlu olmak şeklinde förmüle edilmiştir. Peki ama bu mutluluk nasıl yakalanabilir? Bireysel mi, yoksa toplumsal mı? Antik Yunan düşünürü Epikür, mutluluğa bireysel olarak ulaşılabileceğini salık verirken, İngiliz düşünür Jeremy Bentham en yüce değerin “çoğunluk mutluluğu” olduğunu söyler. Mutlu olmak için özgür olmak da gerekir. Bu durumda, herkes özgür olmayıncaya kadar kimse tek başına özgür değildir. İster biri, ister diğeri olsun mutluluğa ulaşmak için siyasiler barışı sağlamalı, girişimciler refahı arttırmalı, bilimciler ise insanlık daha mutlu olsun diye doğayı daha derin ve ona zarar vermeden araştırmalıdır..
Ne ki devletler sağlığa, ekonomiye, eğitime yatırımı bireylerin mutluluğundan ziyade uluslarının gücü için yapıyorlar. Birey sağlıklı olsun, çok çalışsın,çok vergi versin, savaşlarda ülkesini, onun son teknolojik silahlarını kullanmayı bilerek korusun diye yapıyorlardı. Bu bir yandan sürüp giderken öte yandan insanların devlet için değil, devletlerin insan için olduğu fikri 20. yüzyılın ortalarından itibaren hızla yayıldı. Devletin devasa gücünü sınırlayıp vatandaşın mutluluğa giden yolun özgürlük sınırlarını genişletmek gerekiyordu. Bu da GSMH’yı, GSYİM’la (yani gayri safi yurt içi mutlululkla) değiştirmeyi gerektirir. Oysa devletler ve siyasetçiler sözde insanların mutluluğuna vurgu yapsa da özde devletin daha güçlü olması için çalışırlar.
Hayatın tek amacının mutlu olmak olduğunu ileri süren Epikür, mutlu olmak için ölçü olmayı da önerir. Ölçülü yemeyi içmeyi, cinsel dürtülere gem vurmayı salık verir. Bunun yerine daha uzun süre insanları mutlu edecek kalıcı dostlukları önerir. Çünkü mutluluğu yakalamak tek başına olcak bir şey olmadığı gibi, o kadar da kolay değil.
Taş Devrindeki İnsana Göre Daha mı Mutluyuz?
Nitekim bunca gelişmeye rağmen, bugün bizim 30 bin yıl önce mağarada el izi bulunan mağara adamından daha mutlu olduğumuzu kim iddia edebilir? Eğer durum buysa o zaman bu 30 bin yıldır insanoğlunun bu kadar koşturması ve gelişme sağlamsı ne işe yaradı? Hararinin belirlemelerine göre, bugün Peru, Guetamala, Arnavutluk gibi gelişmemiş ülkelerde her yıl 100 bin kişiden biri intihar ediyor. İsviçre, Fransa, Japonya gibi gelişmiş ülkelerde ise bu rakam 100 binde 25’e yükselmektedir.(Harari, 2017,45).
Taş devri insanı yaşamını (her şey dahil) sürdürebilmek için günde 4000 kaloriye ihtiyaç duyarken, günümüzde bir Amerikalı (kullandığı elektrikli aletler dahil) günde 228 bin kalori tüketiyor. Peki bu Amerikalı o taş devri adamından daha mı mutlu? Hiç sanmıyoruz.
Şunu söyleyebilirz, mutluluğun bir psikolojik bir de biyolojik ayağı var. Gelişmeler arttıkça psikolojik olarak bizi mutlu etmeyi hayal ettiğimiz şey de balon gibi şişiyor. İçi boş bir balon düşünün. O yüzden her zaman refah ve teknoloji artışı mutluluk demek olmuyor.
Biyokimya ve Hedeften Ziyade Yola Odaklanmak..
Biyolojik olarak mutluluğumuz sosyo politik, sosyo ekonomik kanallardan ziyade “biyokimyamızla” belirleniyor: Haz ve acı. Yaptığımız, düşündüğümüz ve söylediğimiz her şeyi haz ve acı belirler. Biyokimyasal sistemimiz üreme ve hayatta kalmaya kodlanmış. Dolayısıyla sağ kalma ve üremeye yardımcı olan davranışlarımızı haz veren duygularla ödüllendiririz. Ama bu da bir süre sonra söner. O zaman yeniden arzu ederiz. Bu hiç bitmeden, böyle sürüp gider. O halde nereye kadar gidecek bu?
Belki kilitlendiğimiz hedeflerden ziyade yolun kendisine konsantre olmalıyız. Bir anlık hedeften ziyade uzunca yol daha iyi olabilir bizim için. Çünkü sürekli mutluluk diye bir şey yoktur. Bunun olması için belki de biyokimyamızı değiştirmek gerekecek. Bu gün bir çeşit hille sayılan girişimlerle (ilaçlarla) bu yapılmaya çalışılıyor. Ya da Buda’nın dediği gibi bu geçici hazların verdiği mutluluklara aldanmayacak biçimde nefsi terbiye etmeye çalışacağız.
Ama kapitalizm çoktan bir haz pazarı kurmuş bile. Görünen o ki insanoğlunun yeniden tasarlanarak bitmeyen hazların keyfini sürmesi, 21. Yüzyılın ikinci yarısının büyük projesi olacaktır.
HAYVANDAN TANRIYA
Neo Liberalizmin Dayattığı Felaket
İnsanoğlunun üçüncü hedefi olan tanrısallığa ulaşma işine gelince… Bu mertebeye yükselmek üç şekilde olabilir! Biyo mühendislik, siborg mühendisliği ve organik olmayan varlıkların mühendisliği.
Doğal seçim, 4 milyar yıldır amiplere, sürüngenlere, oradan memelilere ve kesici aletler yapmanın ötesine geçmeyen Homoerectus’a, oradan da uzay gemisi ve bilgisayarlar yapan Homo Sapiens’e dönüşmesine yolaçan değişimler olageliyor. Hal böyleyken bizim türümüzün son son tür olduğunu ve geldiğimiz durağın son durak olduğunu düşünmemiz için ortada hiçbir sebep yok. Siborg mühendisliği, organik bedeni organik olmayan eller, kalpler, yapay zekalarla değiştirmeye başladı bile. Siborg bir doktor Stockholm’daki evini hiç terketmeden Tokyo’daki ya da Şikago’daki acil bir ameliyata girebilecek.
Yapay zeka yabancı gezegenlerde koloni kurmakta hiç zorlanmayacak. İnorganik mühendislik sayesinde zihnimiz yeniden yapılandırıldığında türümüz ortadan kalkacak, insan tarihi nihayet sona erecek ve bizim gibi insanların kavramadığı yepyeni bir süreç başlayacak. 21. yüzyılın üçüncü büyük projesi insanoğlununa öyle bir yok etme ve yaratma gücü verecek ki sonunda insanoğlu başka bir türe dönüşecek. Böylece insan türü “tanrı mertebesine” ulaşmada büyük yol katetmiş olacak.
İnsan(lık) Bitiyor mu?
İnsanoğlu tanrıların sahip olduğu süper güçler peşinde. İnsanlar sağlık, mutluluk ve gücün peşinde koşarken mevcut özelliklerini bir bir değiştirecekler ta ki bir gün artık insan olmadıkları güne dek.
Liberalizm bireye neden önem veriyordu. Birey bir insan olarak değerli bir varlık olduğu için mi? Hayır. Liberalizm bireye askeri ve ekonomik değerinden dolayı değer veriyordu. Askeri olarak ona yeni pazar alanları bulurken ordu olarak da kullanıyordu. Ekonomik olarak da birey alış-veriş yapmak süretiyle arz ve talep yarattığı için değerliydi. Alış-veriş yaparken vergi verdiği için. Hatta daha fazla kazanıp daha fazla vergi verdiği gerekçesiyle zenginler daha makbul vatandaş sayılıyor. Nitekim çok üretip çok tükettiği için de zenginlik kutsanmıştır bu düzende. Bütün bu sebeplerle insan liberalizm için değerlidir.
Şimdi hem askeri hem de ekonomik olarak insana duyulan ihtiyaç giderek azalıyor. İnsan gene değerli görülecek mi? Hiç sanmam. İnsanlar ekonomik ve askeri değerlerini yitirdikçe ekonomik ve siyasi sistem insanlara bu kadar değer vermeyi bırakacak. Çünkü artık cephe savaşları yok. Asker yerine makineler, insansız hava araçları, güdümlü füzeler kullanılmaya başlandı. Bunun için, ordular yerine silahları etkili kullanan bir miktar profesyonel yetecek. Güç için savaşan ordulara ihtiyaç kalmayınca orduya alınacak insanlara da ihtiyaç kalmayacak.
İhtiyaç Kalmayınca İnsan Değersizleşecek mi?
İhtiyaç sistem için en değerli şey sayılır. Oysa biz insanın kendisinin kendi başına bir değer olduğunu söylerdik, Kant gibi. Halbuki şimdi insanın değeri ona duyulan ihtiyaçla ölçülüyor, Kafka’nın yazdığı gibi. Ordularda savaşacak insanlara ihtiyaç kalmayınca insana da ihtiyaç omayacak, Kafka’nın “Değişim” romanındaki Samsa gibi. Bu nedenle değer verirken artık (doğal olarak) aynı değeri vermeyecek. Ekonomide de benzer gelişmeler yaşanıyor. Artık söz gelimi otomobiller, otomatlarca sürülecek. Şoförlere ihtiyaç olmayacak. Önemli olan müşteriyi A yerinden B yerine güven içinde taşımaksa bu algoritmalarla güçlendirilmiş yapay zeka tarafından kullanılan otomotlarca yapılacak. Doktorun işini robot, avukatın dosyalarını bilgisayar okuyacak, savcılar için kartları makineler arayıp bulacak. Böylece bir çok meslek gereksiz hale gelecek, bir çok insan işsiz kalacak. Ekonomide eskisi gibi insana ihtiyaç kalmayınca sistem insana eski değeri vermekten vazgeçecek.
Belki tüketici olarak kitlelere duyulan ihtiyaç henüz bitmedi. O nedenle sistem kitlesel olarak insanlara kısmen değer vermeye devam ederken, birey önemsizleşecek. Fukuyama Sovyetlerin dağılmasıyla liberalizmin ebedi zaferini ilan etmişti. Ama bırakın ebedi olmayı, bu zafer pek uzun sürmeyecek gibi. Ayaklar çökünce kendisi de çökecek doğal olarak. Peki yerine ne gelecek? İşte bu noktada Marx’tan beri büyük eksikliği yaşanan yeni bir büyük anlatıya, yeni bir modele, bir “kosmogenia”ya ihtiyaç var.
Yorum Yazın