Bölgemizde neler oluyor? Türkiye ne yapıyor?
İran Cumhurbaşkanı Reisi ve İran Dışişleri Bakanı ile Azerbaycan Bölge Valisini taşıyan helikopterin düşmesi, Pazar gününden bu yana neredeyse konuşulan tek konu. Bunu normal karşılamak gerekir çünkü İran, ABD ve İsrail ile birlikte düşünüldüğünde, Orta Doğu’da bir anda çok şeyi değiştirebilecek bir devlet. Böyle olması İran’ın gücünden çok ona düşmanlık besleyen ve bunu, yıllardır adeta davul zurna ile ilan eden ABD ve İsrail’den kaynaklanıyor. Diğer bir deyişle ABD ve İsrail, kendi yarattıkları algının esiri durumundalar. Bu iki ülkenin, Reisi ve beraberindekilerin öldükleri kesinlik kazanır kazanmaz, telaşla ve neredeyse aynı anda, “bizim bu olayla hiç bir ilgimiz yoktur.” açıklaması yapmaları da kendilerinin yarattığı bu algı nedeniyle, olayın, ABD ve İsrail’in üstüne kalacağı korkusundan kaynaklanıyor.
Kaza mı, suikast mı?
Olayın kaza mı suikast mı olduğunu, suikast ise arkasında hangi devletlerin, güçlerin veya kişilerin bulunduğunu bilmek, en azından bugün için olanaksıza yakındır. Söylenecek her söz ve yapılacak her değerlendirme spekülasyondan öteye geçmeyecektir. Bir suikast varsa buna ilişkin gerçeklerin ortaya çıkması çoğu kez yıllar alır.
Şimdilik bilinenler, olayın kaza olduğuna işaret etmektedir. Bu kaza bilinçli de olabilir. “Bilinçli” derken, Reisi’nin helikopterinin 1979 model, daha 1990’larda envanterden çıkarılmış, ABD yapımı bir helikopter olduğu; İran’ın yıllardır ABD yaptırımlarına maruz kaldığı; özellikle askeri malzeme, yedek parça vb. temininde güçlük çektiği bir yana, İslamiyetin “kadercilik” anlayışından tutun da, anlamsız ve tehlikeli bir gözü karalığa kadar ve nihayet, hava araçlarının hele de helikopterlerin en sık karşı karşıya kaldıkları pilotaj hatası; altimetre bağlamaktaki yanlışlar veya ihmaller de dâhil özellikle kaderci, umursamaz, bilimsellikten uzak toplumlara özgü bir davranış biçimini kastediyorum.
Şişirilmiş büyük devlet algısı
Helikopterin bu özellikleri, İsrail tarafından yıllardır, çok kısa sürede bir nükleer güç olacağı her fırsatta ve her yerde vurgulanarak, aleyhinde algı yaratılmaya çalışılan İran’ın, Kuzey Kore gibi, kaynaklarını halkının refahı için değil, sahte ve şişirilmiş bir “büyük devlet” algısı için harcayan; halkını her bakımdan yoksullaştıran ve sonunda cumhurbaşkanını böyle bir araca bindirip, ölüme gönderen bir yönetime sahip olduğunu bir kez daha ve en çarpıcı biçimde gözler önüne sermiştir.
Dışarıdan bir suikast olasılığı bugünün koşullarında değerlendirildiğinde ABD ve İsrail’in böyle bir girişimde bulunmayı yararlı görmeyeceklerine işaret eden çok sayıda neden ileri sürülebilir. Yaklaşan ABD seçimlerinden tutun da zaten başı dertte olan Netenyahu’nun, durumunu daha da kötüye götürecek hareketlerden kaçınacağı veya ABD’nin onu bu yönde etkileyeceğine kadar, birçok gerekçe akla gelebilir.
İran gibi rejimlerde kanlı iç hesaplaşmalar sık görülür
Öte yandan suikastın mutlaka dışarıdan olması da şart değildir. İran içinde varlığı artık herkesçe bilinen gerek güç mücadelesi gerek rejimin giderek karşılaştığı, baskı ve büyük yoksullaşmanın tetiklediği tepki ve hoşnutsuzluk bu olasılığı da gündemde tutmaktadır. Kaldı ki İran gibi rejimlerde böyle kanlı hesaplaşmalar olağandır. Burada da din faktörü yine önemli bir etkendir. Radikal İslam da geçmişte Hıristiyanlıkta da olduğu gibi, kanlı hesaplaşmaları adeta bir yönetim ve yaşam biçimi olarak görebilmektedir. İŞİD’den HAMAS’a; İran Devrim Muhafızları’ndan, Ahlak Polisi’ne kadar, radikal İslam’ın bu niteliği gözden uzak tutulmamalıdır. Tarih, halkının desteğine sahip olmayan veya bunu kaybeden yönetimlerin, hayatta kalabilmek, iktidarlarını sürdürebilmek için, halkın üzerindeki baskıyı daha da artırmak, korku atmosferini daha da yoğunlaştırmak ve nihayet kanlı, ortadan kaldırma, imha hareketlerine başvurmaktan başka bir yönetim biçimi düşünemediklerini gösteren örneklerle doludur.
Netenyahu’nun İsrail’e maliyeti
Reisi’nin ölümü ile hemen hemen aynı zamana rastlayan, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) savcısı’nın, İsrail ve HAMAS liderlerinin tutuklanmasını isteyen iddianamesi, Ortadoğu’da taşları bir kez daha yerinden oynatabilecek bir gelişmedir. UCM yargıçlarının da, Uluslararası Adalet Divanı (UAD) yargıçları gibi, karar verirken özellikle egemen devletlerin siyasi baskılarının etkisinde kaldıkları bilinse de bu gelişmenin asıl önemli yönü İsrail’in geleceğini etkilemesi beklenen daha geniş ve derin bir algı/imaj değişikliğine yol açmasıdır.
İsrail varlığını, bugünkü konumunu ve gücünü, II. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında yaşanan Yahudi Soykırımı’ndan almaktadır. İsrail’in ve Yahudi diasporasının gücü bu felaketten, felaketin istismarından kaynaklanmaktadır. Ancak şimdi İsrail, soykırımına uğramış, mağdur ulus ve devlet durumundan, insanlığa karşı suç işleyen, soykırım yapan bir devlet ve ulus konumuna geçmiştir. UCM’de, onca Arap ve Müslüman ülke dururken, Güney Afrika tarafından açılan dava ve savcının talebi, bu gelişmeyi tescil etmiştir. Netenyahu, çok ksa bir sürede devletini ve halkını böylesine olumsuz bir dönüşümden geçirebildiği için ne kadar öğünse azdır! Belki şimdi değil ama önümüzdeki dönemde İsrail devletinin ve ulusunun dünyadaki algılanmasındaki bu değişikliğin İsrail’e çok pahalıya mal olması beklenmelidir. Unutmayalım, keser döner, sap döner; gün gelir devran döner. Keser ve sap bir kez daha dönerse, devran ne yönde döner, bunu bugünden kestirmek kolay değildir.
Türkiye nereye gidiyor? İpin ucu mu kaçtı?
Burnumuzun dibinde, bizi doğrudan ilgilendiren bütün bu gelişmeler yaşanırken Erdoğan ve AKP, Reisi’nin düşen helikopterinin bir Türk İHA’sı tarafından bulunduğunu -son bilgiler bu savın tartışmalı olduğunu göstermektedir- ileri sürerek ve doğru bile olsa, söz konusu İHA’nın ASELSAN teknolojisini kullandığından hiç söz etmeyerek, damadının reklamını yapmaya çalışıyor; ülkesinde adı, en son Mahsa Amini ile sembolleşen, binlerce cinayetle anılan Reisi için ulusal yas ilan ediyor; TBMM’nden, “ Etki Ajanlığı” ve özellikle köpek beslenmesine karşı olan mezheplerle aynı paralelde, sokak hayvanlarının katli yasalarını geçirmeye çalışıyor; daha da çarpıcı ve inanılmaz bir adımla, kendisine, savaş hali ve seferberlik ilan etme yetkisi veren bir yönetmelik çıkarıyor. Bunlar vahim ötesi gelişmelerdir.
Diyeceksiniz ki, hepsini anladık da sokak hayvanlarının ne ilgisi var?
Sokak hayvanları yasa tasarısı, Türkiye’nin “Şahsım Devleti” veya “Neopatrimonyal Sultanizm” rejimine geçtiğinden bu yana içine düştüğü, “yönetilememe” durumunun en önemli göstergelerinden birisidir. Bu yasa, halkın desteğini yitirdiği her gün biraz daha belirgin hale gelen Erdoğan yönetiminin, iktidarda kalabilmek için artık ne yaptığını bilmez halde olduğunun, her adımı ile halkı biraz daha karşısına aldığının en çarpıcı belirtilerinden birisidir. Önemi buradan gelmektedir.
Hala fırsat varken, Türkiye, içte ve dışta daha büyük sorunlarla karşılaşmadan bu tutumdan geri dönülmesinde ve erken seçime gidilerek ülke yönetiminin, halkın özgür iradesi ile seçeceği bir iktidara devredilmesinde yarar vardır. İktidar kanadından olsun, muhalefetten olsun, bunu geciktirecek her hareket Türkiye’ye yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Yorum Yazın