Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu

Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu


İstanbul’u yeniden keşfetmek

İstanbul’u yeniden keşfetmek

İstanbul Büyükşehir Belediyesi(İBB), şehrin kültür yaşamına son beş yılda çok değerli eserler kazandırdı. Bu şehre ait olanı yine bu şehre vermek, onarmak, yeni bir işlev kazandırmak ve halkın hizmetine sunmak, her bir boş metre kareyi kupon arazi gibi görmekten farklı bir bakış açısı. İki yakası arasında her gidip gelişimde bu şehrin güzelliğini ne yaparsak yapalım bozamadığımızı düşünürüm. Ama talana dur diyerek İstanbul’u korunması gereken bir dünya mirası olarak görme ve bir İstanbullu kimliği yaratma çabası yerel seçimlerde karşılık buldu.

Muhaliflerin Orman Çıkarması

Yerel yönetimde yeni anlayış farkını bir grup “Muhalif” olarak Şubat sonunda Kemerburgaz Kent Ormanında görme fırsatı bulmuştuk. O gün hepimiz çocuklara ve gençlere sunulan oyun alanlarına, trene, ip parkurlarına, salıncak ve roller coaster’lara bakıp “dünyaya çok erken gelmişiz; asıl şimdi çocuk olmak varmış” diye düşündük. 5.5 milyon metrekarelik alanın her köşesini görmeye imkân yoktu. Ama kulenin en üst katından, Mağlova bendini kuş bakışı temaşa etmek bile yetti. Mimar Sinan tarafından 1554 de yapılan, ama 1563 de bir büyük fırtınada tamamen yıkılan bent, daha o zaman depreme dayanıklı bir teknikle yeniden inşa edilmişti. Boğaziçi Kent Ormanının yetkin elemanları, bize o gün bu şehrin tarihindeki üstün teknik donanımı ve İstanbul’a sahip çıkmak için tarihindeki her ayrıntıyı bilmek gerektiğini hatırlattı. 16. yüzyılda Sinan’ın geliştirdiği depreme dayanıklı yapı tekniği, daha sonra neden unutuldu da bu ülkede nice şehir yıllar boyunca deprem mağduru oldu? Neden İstanbul’da Bozdoğan Kemeri, Mağlova bendi, Adana’da Varda Köprüsü ve Taşköprü ayakta da, Hatay’daki Rönesans Rezidans, Adıyaman’daki İsias Otel yıkılıp içindekilere mezar oldu? Asıl sorumlu bilgisizlik, bilinçsizlik, aç gözlülük, denetimsizlik ve tarihin bıraktığı mimari mirası görmezden gelmek, özüne bile yabancılaşmak. O gün İstanbul’un tekrar kuşbakışı baktığımız su kemeri gibi depreme dayanıklı hale gelmesini diledik. İş ki artık Merkezin tuzakları bitsin, doğanın koşul ve kısıtları dikkate alınarak rant açlıkları frenlensin.

Mart’ta Felekten Çalınan bir Gün

İBB unuttuğumuz köşelerdeki onarımlarla Feshane’yi, Tersaneyi, Botter Hanı ve Bizans sarnıçlarını İstanbulluya yeniden sundu. Böylece tatil günlerinde müze ve sergi gezen bir yerli halk yarattı. Bu az bir hizmet değil. Trafik yılgınlığından evde kalmayı tercih etmek yerine, kamu vasıtaları ile İstanbul’un iki yakası arasında daha kolay gidip gelme imkânı var. Motor, vapur, raylı sistemler, metrobüs veya metro ile yarım saatte kıta aşırı bir gezi planı artık şaşırtmıyor, ürkütüp caydırmıyor. İşte iki hafta önce böyle bir keşif gezisi önerisi bir dosttan geldiğinde, hemen kabul ettim.

Dört kafadar trenden Haseki’de inip, Koca Mustafa Paşa’da Bulgur Palas’a ulaştık. Bulgurun İstanbul’da pek bilinmediği bir dönemde servetini Bulgur ticaretinden yapan Habib Beyin, genç yaşta vefat ettiği için sefasını süremediği saray yavrusu bina, yıllarca yıkık dökük ve talihine küskün kalmış. Bir süre arşiv olarak kullanılmış. Ama işte şimdi yeniden hayat bulmuş durumda. Önündeki kafede biraz soluklanıp, sonra binayı gezmeye başladık. Her katında okuma ve sergi salonları olan Habip Bey Konağı, yepyeni bir işlev kazanmış. Manzarası muhteşem olan kuleli yapının ateş tuğlası görünümü de muhteşem. Ödüllü fotoğrafların bulunduğu sergileri gezdik veya oturup kitapları inceledik. Sonunda Mart güneşinin ısıttığı bahçede rüzgâra karşı sohbet ettik. Ama daha bir hafta önce hizmete açılan binada kadınlar tuvaletindeki demirbaşların nasıl tahrip edildiğini görüp, aramızda yaşayan Vandallara şaştık. Kamu malına karşı yapılan bu hunharlığı lanetledik. Kimdi bu vahşiler? Ne zevk, sapkın övgü veya ödül aldılar bu tahribatı yaparken?

Bulgur Palas’taki Şiir Dünyası

O gün Bulgur Palas’taki kitap raflarında, Hasan Ali Yücel’in 1943 de yazdığı önsözü de koruyarak, İş bankası tarafından yeniden basılan Hafız Divanını buldum[1]. İran’ın en büyük şairlerinden olan Sadi-i Şirazi’nin şiirlerini içeren Hafız Divanı’nın ilk çevirisi, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yapılmış. Elimdeki kitabın sayfalarını çevirirken birden Yahya Kemal’in “Rintlerin Ölümü” şiirini anımsadım. Ortaokulda bu şiir beni nedense çok etkilemişti. Gerçek miydi Hafızın kabrinde “her gün yeniden açan gül”?  Ya “ağaran vakte kadar ağlayan bülbül”? Artık Şiraz’ın eski ahengi olmadığı için zaten bu sadece şiirde kaldı.

Sonra aklıma birden on yıl önce ziyaret ettiğim İsfahan geldi. İranlıların “dünyanın yarısı” dedikleri o güzel şehrin geniş, ferah ve efsunlu Nakş-ı Cihan meydanındaki çiçek saksıları, o gün gözüme adeta birer dev şarap kovası gibi gözükmüştü. Benzetmeyi paylaştığım bir İranlı resmi görevli  acı acı gülümseyerek “şarap gitti; İran’ın ruhu da öldü” diye beklenmedik bir yorum yapmıştı.

Hafız Divan’ında rasgele çevirdiğim bir sayfada karşıma çıkan şiire ben de pek şaştım. Sadi-i Şirazi 14. Yüzyılda bir bayram kutluyordu[2]:  “ Oruç geçti, bayram geldi; Gönül şenlendi. Şarap zamanı gelip çattı. Biz ne riyakâr rindiz, ne nifak adamı, gizli şeyleri bilen Tanrı bunun şahidi. Zahitlik taslayanların nöbeti geçti. Rintlerin neşesi geldi”. Bir kadim İran’ı, bir de bugünkü İran’ı düşünün! Mollalar ülkelerine  ne yaptıklarının farkında bile değil. Yazık!

Bulgur Palas’ta o gün belleğim beni sanki bir zaman tüneline sokup çıkarıyordu. Birden Rıza Tevfik’in “Sorma Hocam”[3] şiirini hatırladım: “Şarabı men etme, o değil hüner; Aşığım bâdesiz çok başım döner”; Bu da şimdi pek makbul olan 2. Abdül Hamit dönemi ile şimdiki Türkiye’nin farkı. Ne beğendiklerinin farkında bile değiller. Yazık!

Sanki Evrim mi Geçirdik?

Eskiden Ramazan sona erince, “Şeker Bayramı” kutlardık. Bu bayram sanki çocukların armağanıydı. Hazırlığı büyük bir neşe vesilesi olurdu. Yeni elbiseler ve ayakkabılar ile yenilenme heyecanı, sevgi ve saygı ile aile ve dost sıcaklığı yaşardık. Bu nedenle hepimize çok özeldi. Cevizli güllaç bu bayrama özgüydü. Bol şeker ve tatlı yer, sonunda mide fesadına uğrardık. Büyüklere sadece mendil, küçüklere mendil içinde ufak bir bayram harçlığı verilirdi. Misafir gelince vişne veya çilek likörü, badem ezmesi veya Lohuk(Sakız reçeli) ikram edilerek kutlanan Şeker Bayramı, 20 yıldır nasıl ve neden Ramazan Bayramı oldu? Artık eskisi gibi çok şeker ve tatlı yemiyor, çocuklar buradaysa hala mendil içinde bayram harçlığı veriyoruz. Ama anılarla korunan geleneklerin dini taassuba dönüştürüldüğü 21. Yüzyıl Türkiye’sinde bayram artık eski bayram değil. Yine de hepinizin Şeker Bayramı kutlu olsun. Daha aydınlık günlerde, nice bayramlara, sağlık ve esenlikle.  

 

[1]İş Bankası Kültür Yayınları Hafız Divanı - Hasan Ali Yücel Klasikleri - Hafız-ı Şirazi (2011) , s:  104

[2]Hafız Divanı asırlar boyunca İran’da Kuran’ı Kerim’den sonra en çok okunan kitap olarak bilinir. Bir de İranlılar Hafız Divanı sayfalarını gelişi güzel açar, okudukları dizeleri fal niyetine kabul ederlermiş. Bana da o gün  tesadüfen bu fal çıktı.

[3]Meşhur Şairler Antolojisi, F. Bozkurt Kolektif Şirketi Yayınları, s: 81.  Rıza Tevfik Bölükbaşı veya Feylesof Rıza Tevfik, 2. Meşrutiyet döneminde Meclis-i mebussan üyesi olarak da görev yapmıştır.

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar