Sizi, bu hale kim getirdi?
Geçtiğimiz yıllarda ki Oscar töreninde, Joker, filmindeki performansı ile yeteri kadar ödülleri toplayamayan, Joaquin Phoenix, ödül töreninde konuşması ile farkını zaten ortaya koymuştu.
Yaşam duruşu, aktivist ve sıradanlıktan çok uzakta olan Phoenix, yeni projesine hemen başlamıştı ki, son filmi bugün vizyona girecek, “Korkuyorum”, balyoz gibi izleyicinin ruhuna, aklına, sağduyusuna inmeye hazırlanıyor, sıkı durun. Joker, karakterine hazırlanırken ki performansını, burada tamamen değişmiş bir imajla izleyiciye sunarken; oyuncunun sadece oyuncu kalıplarının içine sığmamasını ilk önce gösteriyor. Joker’de büyük bir içsel patlama yaşanırken yine sorunlarıyla yüzleşen ve sahiplenen, Beau karakteri terapi seansı ile başlıyor. İzleyiciye, üç saatlik performansın başında, Paranoyak ya da ileri depresif kişilik bozukluğu yaşayan ve tüm korkularına rağmen, yer yer bulmaya çalıştığı cesaret ile yüzleşen Beau'nun serüveni ayrıntılarla işleniyor.
TRUMAN SHOW ‘dan KORKUYORUM’a
Tabii ki yönetmen ve senarist, Ari Aster’i de defalarca kutlamak lazım. Kesinlikle sıra dışı ve mükemmel ötesi oyunculuklarla izleyici ile buluşan Phoinex, her zaman olduğu çevre sorunları, insan hakları gibi insana dair meseleleri yaşam biçimi haline getirdiği için yansıtmaları da ona göre beliriyor. Emperyalist sistemin uşakları, sistem çarkçılarına, aynalık dersi ancak bu kadar güzel verilebilir. Üç saat süren filmi izlerken; her zaman olduğu gibi kirlenmiş ve ne yazık ki üstün ırk, insanlık, tarafından yaşamın ne kadar kötü hale getirildiği ifade edilmeye çalışılırken; karşımıza paranoya krizleri yaşayan Amerikan insanının; komşuları ve komşularının birbirleri üzerinden tutumları ile gelişiyor. Korkuyorum, filmini üç ay sonra kesinlikle daha iyi hazmedeceksiniz çünkü üç saate bir arşivlik belgesel çıkarılmış. Terapi sahnesinden, annesi ile buluşmaya gitmeye çalışırken yaşadığı kaygı bozuklukları, izleyiciye, Beau, karakterinin kendi içinde yaşadığı hezeyanları sunuyor. Ancak bu o kadar da basit değil birbirine ince ağlarla bağlı ve terapiste, hep gördüğü rüyayı anlattığı kısım, aslında filmin bütünü. Evin içinde, küvette banyo yapan çocuğun, ruhsal rahatsızlıklarının beyaz perdeye canlandırma olarak geçişleri; apartman içinde ki örümcekten, her şeyi temiz sandığı anda tavanda örümcek gibi dururken üstüne düşen iri komşusundan, kapısının önünde can veren ve bedeninde dövme değmemiş yer bulunmayan komşusunun, filmin orman sahnesinde karşımıza çıkarması. Hiçbiri tesadüf değil ciddi akıl oyunları ile işlenmiş, çok üstün bir zekâ göstergesi senaryo vücut buluyor. İlk başlarda Beau karakterine empati kurup, kişilik ve paronoya bozukluklarının annesine gidemediği için vicdan yaptığını, onu anlamaya çalışırken sona doğru gerçeği, vura vura kafasına izleyicinin sokuyor.
Film, iki bölümde ve kafasına darbe yediği anlar olarak şekilleniyor.
Birincisinde; saldırıya uğruyor ve arabasına çarptığı kadın, evine götürüyor. Sonra sonra açılan sahnelerde, Beu’yu, kendi kaybettiği oğlunun yerine koyması. Dehşet anları ve ormana kaçış.
İkincisinde; ormanda kendini adeta Shakespeare, “Bir Yaz Gecesi Rüyası”nda bulması, ardından Hamlet ile olay örgüsü taçlandırarak, olgunluğa eriştiği zamanlar.
Henüz sekiz, dokuz yaşlarında bir yaz tatilinde tanıştığı ve onu bekleyeceğine söz verdiği, Elaine’si ile başlayan ama hep o yaşta kalan, aslında kalmak zorunda bırakılan, Beau’nun, yaşamsal hayat döngüsü veriliyor. Buralara kadar sadece oğlunu hasretle bekleyen bir annenin varlığını, sadece kısaca ve telefonda görüyoruz ama usta yönetmen, müthiş senaryo ve muhteşem oyunculukla ve finale doğru, bir zamanlar, TrumanShow(1998), filminde Jim Carrey’in performansına göz kırparak, avize düşerek kafası bedeninden ayrılmış ünlü iş kadını, patroniçe annesinin varlığı, adeta kara bir boşluk gibi filmin sonunda gelip, bütüne vardırıyor.
Hepsi birbirinin içinde, hangisi Beu’nun hayali, hangisi gerçekti, derken aslında da Narsist bir annenin bir evladı, ne hale sokabileceğinin yani katlini vacip kıldığının en güzel halini sunuyor. Diğer yandan avize ile yüzü olmayan annesi aslında imgesel olarak zaten hep telefonla görüştüğü, mesafeli bir varlık ama ne zaman annenin suçlamaları başladığında ise bu kez hastalığın nedenlerini, çocuklara masalların derinliği, içeriği ve sevgi boyutunun ne şekilde insanı karakterini oluşturduğunu sunmakta.
Aynı zamanda müzisyen olan Phoenix’in filmin bütünü boyunca ve bazı yerlerinde ayrıca arp müziğinden destek alarak sanki Ortaçağlardan bugüne uzanan bir yaşamı, adı hayat, olarak adlandırabileceğimiz form içinde sunması güzel. Olağan tempoyu müzikle ile ince yağmur serpintisi gibi izleyici ile buluşturması güzel.
En güzeli de aslında hepsinin bir hayal olması, yönetmenin bu filmde izleyiciye bıraktığı, çok fazla gerçek var:
-Babasının varlığını hiç bilmeyen ama sorgulamaya kalkarken, sayısı birden, üçe çıkan çocuk sayısı; esas karakterin, sorgulayan yanını çağrıştırırken diğer yandan ise tek çocuk altında diğerlerinin aynı akıbeti anneleri tarafından görmüş olması, sonunda evlatlık olduğunun da bir tarifi. İzleyici hangisini seçerse, bunu da zaten asker olarak kaybettikleri oğullarının yerine her geleni koyan ailede yönetmen vermekte.
-İster hasta bir adamın travmaları deyin ya da annesinin evine vardığında, tablolar içerisinde çerçevede, üç saate yakın süreçte ki oyuncuların anne resmi altında yap-boz olarak şekline bakın. Hepsi oyunun, bütününün domino taşları.
-Geçip giden ömür içinde kendi olamadığının dışa vurumu ve aynı zamanda ise sözde yardım aile tarafından bakıldığı sürede kendisine söylenen erkek olarak testislerinde oluşan baskı, annesi tarafından anlatılan baskılar sonucu hiç cinsel ilişkiye ölecek korkusu ile girememiş insanın, daha yaşarken ne şekilde hadım edildiğinin göstergesi ve ormanda ailesini bulması.
Keskin bir zekâ, sıra dışı, çok açılımlı ve çarpıcı.
Anneler ya da Babalar, evlatları üzerinde büyük hâkimiyeti olan bilhassa anneler, neler yapabiliyor, şahit olun. Tabii hepsini sindirebildikçe, anlayabileceğiniz bir film. Yani öyle izledim, çıktım, beğendim ya da beğenmedim değil.
Son tahlilde tüm varlığa rağmen tecrit edilmiş olan Beau’nun, en başta söylediğimiz gibi her şeyden tecrit edilmiş, edildiği ile kalmamış yaşamı kumanda merkezinden yönetiliyor olması, ve filmin final, yargılanan sahnesinde filmin tek anında geçen, Beau Isaac, ismi ise filmi tamamlıyor.
Bu film, başka bir film!
İpuçlarını iyi takip ederseniz, filmi iyi anlayabilmeniz daha mümkün. Biraz fazla spoiler vermemim, nedeni de bu.
Yazık etmemek lazım, bu müthiş eseri
Yorum Yazın