İyi ve kötü ve insan
İnsan denilen varlık komplike, karmaşık ve kompleks bir varlıktır. Bu anlaşılması zor karmaşık durum bedenden ziyade iç yapıya mahsustur ki; kiminin ruh, kiminin psikoloji kiminin akıl değdiği şeye ilişkindir. Ya da bunları ayrı ayrı ele alırsak bile onların hepsine ilişkindir. Ama gene de dikkatlice baktığımızda bazı çıkarımlar yapabiliriz.
“İnsan, iyilikle kötülüğün birlikte içine tıkıştırıldığı bir varlıktır. ”
Gölge Kompleksi
Örneğin Carl Jung'un (Karl Lung) da üzerinde durduğu kötülük kavramı ve bunu açıklamak için başvurduğu gölge kompleksine bakalım. Bu noktada benim de uzun bir zamandır sorduğum soru şu: Tamamen kötü bir insan var mı? Ya da tamamen iyi bir insan? Diğer bir deyişle pür iyi (tamamen iyi) ya da pür kötü (tamamen kötü) bir insandan bahsedebilir miyiz? Benim kanaatime göre edemeyiz. Levra insanın biyolojik ve psikolojik yapısı içinde "iyi"yi de "kötü"yü de barındırıyor. Daha doğrusu insan, iyilikle kötülüğün birlikte içine tıkıştırıldığı bir varlıktır.
"Şöyle de denebilir, iyilik ve kötülük insanın içinde iki köpek yavrusu gibi sürekli hırlaşıp dururlar."
Diğer bir deyişle “iyi”” ile kötü” insan ruhunun derinliklerinde bir arada bulunuyorlar. Hangisinin koşulları oluşursa o ortaya çıkar, ama bu durum diğerini geriye itse de onun tamamen ortadan kalktığı yok olduğu anlamına gelmez. Şöyle de denebilir, iyilik ve kötülük insanın içinde iki köpek yavrusu gibi sürekli hırlaşıp dururlar. Biri diğerine galip gelsin diye çaba sarfeder. Bunu da şüphesiz koşullar belirler.
Sonuçta siz ve çevreniz, (yani aile, toplum, eğitim, devlet vb.) hangisini daha çok beslerse, hangisine daha çok ortam hazırlarsa o gürbüzleşip büyür, ortaya çıkar, diğer ise bir köşeye çekilir, siner kalır, ama tamamen ortadan yok olmaz bir gün sıranın kendisine gelmesini bekler. O sıra ortama, duruma ve süreç içerisinde oluşan karaktere göre gelebilir de gelmeyebilir de…
Kötülük olmazsa iyiliğin anlamı olmaz
Jung'a göre de her insanın bir karanlık tarafı vardır ve kendisi bu karanlık tarafa gölge ismini koyar. Bu kötülüğü temsil eden tarafımızdır.
"Kökleri cehenneme kadar uzanmayan bir ağacın dalları cennete kadar uzanamaz", der Jung.
Bu yönümüz ya da bu karanlık tarafımız, toplum tarafından günah diye nitelendirilen duyguların, bastırılmış arzuların ve vahşi isteklerin toplandığı yerdir. Bu şu ya da bu şekilde her insan da vardır. O yüzden bir insanın saf biçimde iyi olması ve gölgesinden kaçması mümkün değildir.
Hata bir insanın iyi olabilmesi için kötülük potansiyelinin de farkında olması lazım. Bir nevi ışık için karanlığın olması gibi. Nitekim karanlık ne kadar koyu ise ışık o kadar parlak görünür. Ama unutmamak lazım ki her ışık olan yerde gölge de (potansiyel olarak da olsa) vardır. Levra, "Kökleri cehenneme kadar uzanmayan bir ağacın dalları cennete kadar uzanamaz", der Jung.
En iyi dediğimiz insanların bile zalim ve kötü bir tarafı vardır. Bazen ortaya çıkar bazen de çıkmaz. O halde insanları siyah beyaz gibi iyi ve kötü olarak ayırıp kodlamak yerine insanın içine dönüp kendi içindeki kötü ile mücadele etmesi daha anlamlı olacaktır.
"Filmler, romanlar, öyküler, sanat ve edebiyat da insanı hep bu minval üzere (eksik ve hatta yanlış) işlemiştir."
Kuantumun yansıması gibi!..
Aslında insanı anlamadaki bu gelişme fiziğin dünyayı anlamadaki gelişmelere koşut gelişmiştir. Fiziğin, bir şeyin ya siyah ya beyaz olduğunu, bir cismin ya hareket halinde olduğu ya da durağan olduğu, ışığın ya parçacık ya da dalgacık olarak yayıldığının kabul edildiği kuantum fiziği döneminde bir insan ya iyi ya da kötüdür ya çirkin ya güzeldir, ya korkak ya kahramandır.
Filmler, romanlar, öyküler, sanat ve edebiyat da insanı hep bu minval üzere (eksik ve hatta yanlış) işlemiştir. Yüzyıllar boyu değerlendirmeler böyle olmuştur.
Vaktaki fizikte görelilik teorisi keşfedilmiş, yani ışığın aynı zamda hem parçacık hem de dalgacık şeklinde ilerleyebileceği keşfedilmiş, işte ondan sonra işler tamamen değişmiştir. Ondan sonradır ki insanların da hem iyi hem kötü, hem cesur hem korkak olabileceği, (korkakların kahraman, kahramanların korkak olabileceği) ileri sürülmüş, her çirkinin güzel bir tarafının olabileceği keşfedilmiştir.
Bu durum filmlere, romanlara yani sanata ve edebiyata da yansımıştır. Yani geçmişteki “ya ya da", yerini "hem hem de" almıştır. (Burada Yaşar Kemal’in “bütün kahramanlar korkaktır” betimlemesi geliyor aklıma.)
Bir kişi ya iyi kötü olabilir değerlendirmesinden bir kişi hem iyi hem kötü olabilir, değerlendirmesine geçilmiştir. Hatta aradaki gri alanlar da keşfedilmeye başlanmıştır.
Çok iyi gördüğümüz komşumuzun ailesini katletmesi, hayırsever iş adamının aslında azılı bir mafya mensubu olması, gündüz işinde gücünde görünen munis adamın gece cinayetler işlemesi gibi.
İşte bu durumda yapılacak şey sürekli ışığı methetmek yerine içimizdeki gölgeyi aydınlatmaya çalışmak olmalı.
"Persona bir insanın başkaları ile birlikte iken taktığı maske ya da takındığı rol anlamına gelmektedir."
Herkes bir "personaya" sahiptir
Burada şu soruyu sormak gerekiyor: Peki ya bu yapılmazsa, yani gölge orada durmaya devam etse ve ona egemen olan biz "diğerini" oynamaya devam etsek o zaman ne olur?
Bu durumda Jung "persona" kavramını ortaya atar. Persona bir insanın başkaları ile birlikte iken taktığı maske ya da takındığı rol anlamına gelmektedir.
Bir sosyal ortama girdiğimizde kendimiz olmaktan çıkar başka bir role bürünürüz. Yani başkalarının bizi görmesini istediğimiz bir yapı sergilemeye çalışırız. Persona sahte gibi görünse de sosyal ortamlarda kullandığımız bir şey, çünkü karanlık tarafımızı herkese göstermek yerine bu gibi ortamlarda maske takmak sosyal kabul sağlayan bir şey oluyor.
Yani böyle ortamlarda insanların hepsi az ya da çok peronlarıyla bulunurlar. Demek ki bu ortamlarda ilişki kuran ikinci kişiliklerdir, asıl kişilikler değil. Diğer bir deyişle sosyal ortamlar genellikle personaların buluşmasıdır. İkinci kişiliklerin yani. Bir çeşit doğal bir maskeli balo düşünün onun gibi bir şey.
Bunu kötü anlamda söylemiyorum, insanı tanımak, insan ruhunu anlamak açısından söylüyorum, insan denen varlık işte böyle bir şeydir.
Fakat bu durumun sıkıntılı tarafı bu maskeyi uzun süre takmaktır. Çünkü o zaman aslı ile maskeli hal yer değiştirebilir, birbirine karışabilir, o zaman insan büyük bir kişilik çatışmasının içine düşer, bu girdapta yabancılaşabilir. Bu durumu anlamak için "gölge" (karanlık-kötü taraf) ile "persona" (karanlığı aydınlık gibi gösteren- kötü tarafı maske ile örten taraf) kavramlarına bakalım.
Gölgede persona ile dans
Gölge insanın derine ittiği tarafı iken persona insanlara göstermeye çalıştığı tarafı (yüzü)dür, dedik. Fakat birbirine zıt gibi görünen bu iki kavramın ortak bir tarafı vardır; o da şudur, ikisi de aşırıya kaçtığı taktirde insanı ele geçirebilir.
Gölgede uzun süre kalan gölgenin kendisine dönüşmektedir. Persona da ise maskeyi uzun süre takıp o maskenin kendisine dönüşmek şeklinde tezahür eder durum.
Bu noktada tehlike insanın personasıyla (maskeli haliyle) özdeşleşmesidir. Bir profesör ders kitabıyla, bir tenor sesiyle, .... bir güzelin narsizmiyle özdeşleşmesi gibi. Kişi personasıyla kendisine zarar verebilir, daha tehlikelisi ise kişinin personasıyla çevresine zarara verebilecek olmasıdır.
Personanın ikili bir işlevi vardır: Persona bir yandan başkaları üzerinde olumlu bir izlenim bırakmak öte yandan kişinin kendi gerçek doğasını gizlemek için tasarlanmıştır. Kimi zaman gerçek doğasını gizlemek kısmı tehlikeli de olabilir. Çünkü kişi sadece bunu iyi izlenim bırakmak için değil gerçek niyetini (kötü tarafını) gizleyip işlemek istediği şeyi yapmak için de kullanabilir.
Şirin görünen bir seri katil olmak gibi. Tamamen şirin, iyi görünümlü, esprili görünerek kurbanını manipüle ederek tuzağına düşüren sonra da onu öldüren katili düşünün.
Ölüler, deliler ve çocukların hikmeti!
Peki, hiç persona kullanmayan kişi var mı?
Var: Ölüler, delililer ve de çocuklar (Freud da bu kişilerde "gerçeklik" ilkesi -toplum tarafından oluşturulan kaide ve kurallar- yoktur ya da işlemez der. O yüzden bunlarda haz ilkesi kısıtlanmadan işler.).
Normal insanların hayatlarında hiç persona kullanmadan ilişki kurmaları mümkün değildir. Fakat her insanın personasız kısa bir dönemi de vardır. İşte o dönem çocukluk dönemidir. Büyüdükten sonra büyük bir özlemle çocukluğa geri dönmek istemesi ve özlemesinin sebebi bu olabilir. Çünkü büyümek kirlenmektir. Çocukluk ise bir insanın en temiz en saf banka hesabıdır.
Bir çocuk en azından büyüyene kadar bir personaya bürünmez, bir imaj yaratmaya ihtiyacı hissetmez. Çocuklarda sosyal çevre ve imaj algısı da tam olarak oluşmadığından insanlar tarafından nasıl göründüklerine aldırmazlar.
"Çocuk adam" sendromu ya da "ebedi ergenlik"
Fakat insanın büyüdükten sonra da sürekli buraya takılması bu sefer de "çocuk adam" sendromuna yol açabilir. Jung, buna "ebedi ergenlik" diyor. Bir insanın bedenen büyüse bile ruhen hep çocuk kalmasıdır ebedi ergenlik. Bu tarz insanlar sorumluluk almaktan korkar hayatı hep bir oyun olarak görürler.
Zorlu bir durumla karşılaştıklarında tek başına mücadele etmektense ebeveynlerine sığınırlar. Bu durum belli bir noktadan sonra sık görülmeye başlanır ve "Peter Pan" sendromuna dönüşür.
Annenin ihaneti ya da yutan anne!
Bu tarz olgunlaşmamış kişilikler için anne figürü önem taşır. Anne ile bu çocuk bilmeden birbirlerine ihanet ederler aslında. Bir anne çocuğuna karşı sürekli koruyucu tavrı ile onun hep çocuk kalmasına neden olabilir. Buna Jung "yutan anne sendromu” der.
Yutan anne çocuğunu duygusal olarak istismar ederek onun bağımsız bir kişilik edinmesini engeller. Gösterdiği sevgi bencil bir sevgidir temelinde çocuğunu kendisine bağlı kılmak yatar. Bu da o çocuğu Peter Pan sendromuna sürükler.
Peki, bu sendromdan nasıl kurtulabilir insan, ya da kurtulmak mümkün müdür?
Buradaki anahtar kavram fedakarlıktır. Bağımsız biri olmak, kendi sorunlarıyla başa çıkmak çocukluğunu feda etmeyi gerektirir. Belki başlangıçta biraz afallayacak biraz acı çelecektir ama sonra başka çok acı öğrenecek ve alışacaktır kişi. Büyümek bir çeşit fedakârlıktır. Kişi büyümek için çocuk iken sahip olduğu konforu feda etmek zorundadır. Bu konfor, sorumluluk sahibi olmamayı, hayatı bir oyun ve eğlence olarak yaşamayı ve ailesinden her türlü desteği görmeyi içerir.
Çocukluk böyle güzel olmasına rağmen içindeki bir ses "artık büyümesini, zorluklarla başa çıkmasını" söylese de o içine düştüğü alışkanlıkla bu sese ihanet eder ona kulak vermez çoğunlukla. Ama bu ihanetin bedelini ağır öder.
Her şeyin bir bedeli vardır!
Psikolog Peterson bakın bu konuda ne diyor: Ruhen büyümek isteyenlerin çocukluktaki konforu feda etmeleri gerekirken, büyümeyi reddedip çocuk kalmak isteyenler de çocuk kalarak potansiyellerini reddediyorlar.
Kişinin büyümeyi reddedip çocuk kalmak istemesi sorumluluk, fedakârlık ve mücadele gibi kavramlardan çekinmesidir. Fakat kişinin gerçek dünyada potansiyelini kullanmasının tek çaresi de bu kavramlardan geçer yani büyümekten. Ve Peterson bir insanın istese de istemese de fedakarlıkta bulunmak zorunda olduğuna dikkat çeker.
Ya bir kişi büyümeyi seçip çocuksu konforunu feda etmeyi seçecektir ya da çocuk kalmayı seçip potansiyelini feda edecektir.
Bu açıdan baktığımızda kişinin büyümektense çocuk kalmak için ödediği bedel çok daha ağırdır.
İçimizdeki...Arabaları...Neden ve nicinleri cevaplayan bir yazı...Sağolunuz....
Çok güzel bir yazı elinize sağlık Teşekkür ederim