Bir uzo daha doldurup, bir dikişte içti. Yeniden koltuğa yaslanıp gözlerini kapattı ve yine o korkunç alevleri görmeye başladı.
Şehir yanıyordu. Tüm şehir alevler içindeydi ve o hepsini görüyordu. Ahşap evleri yalayıp yutan alevden dilleri görüyordu. Alevlerin dans ettiğini görüyordu. Şehir yanıyordu ve yangın artık kükreyen ağzıyla şehri yutan, ateş ve deniz arasına sıkıştıran, karnı aç bir canavar gibiydi.
Gözlerini sımsıkı yummuş olmasına rağmen yangını görüyordu. Rıhtımdan bilemedin yarım kilometre uzakta demirlemiş bulunan Fransız ve İngiliz gemilerindeki subayların yanan insanlara olan ilgisizliklerini görüyordu. Onların akşam yemeği için süslü üniformalar giydiklerini ve cayır cayır yanmakta olan insanların inlemelerini duymamak için müziğin sesini biraz daha açtırdıklarını da görüyordu.
Görüyordu. Kapkara bir dumanla kaplanmış, kıpkırmızı alevden sütunların binlerce kıvılcım eşliğinde gökyüzüne yükseldiği şehri, kendi şehrini görüyordu. Konak’taki sütunlu Saat Kulesi’nin bulunduğu meydan, Kokaryalı ve daha öteler hep alevler içindeydi. Görüyordu. ‘Vurla’nın at arabası yolunu, yolun hemen yanındaki Aziz Yorgos çiftliğini, eski kaleyi, bir zamanlar hep birlikte pikniğe gittikleri çardakları, Sivrisaryon’u görüyordu.
Apansız esmeye başlamış bir poyraz altında şimdi daha da azgınlaşmış alevlerin yarattığı kıpkızıl bir perde arkasında eğilip bükülen, tuhaf ve korkunç figürler yaparak dalgalanan şehri görüyordu.
Bunlardan sonra ne göreceğini çok iyi bildiği için gözlerini açtı ve koltuktan kalktı. Pencereye yaklaştı. Şehrin her yanından görülen çelik kuleyi, sarayları, saray bahçelerini, köpüklü bir su halinde akıp giden nehri ve onun üzerindeki köprüleri inceledi. Bu şehre bakınca, o ateşler içindeki öteki şehri görmekten kurtulabileceğini umdu.
Olmadı. Alevler içindeki şehri yine gördü. Sonra da görmemek için direndiği o ev dikildi karşısına. İki katlı, kırma çatısı kiremitle örtülü, kabaca yontulmuş taşlardan yapılmış sade bir ev.
Bu ev kendi evleri. İçinde doğup büyüdüğü, bahçesindeki zeytin ağaçlarına tırmandığı, babasının taş girişte ay ışığında uzo içip ut çaldığı, her odasına, merdivenlerine, sofalarına adaçayı, kekik ve biberiye kokularının sindiği, dış duvarlarında annesinin sakız, vişne ve gül reçeli yaparken yaktığı odun ateşinin izlerinin bulunduğu kendi evleri.
Koltuğa çöktü. Alevlerin cehennemi andıran kızıl alevlerle harlattığı bu karabasanın bir an önce bitmesi için dua etmeye başladı. Nobel ödüllü Yunan şair Giorgos ya da daha bilinen adıyla Yorgo Seferis, 13 Eylül 1922’de meydana gelen ve Paris’teyken haber aldığı büyük İzmir yangını için işte buna benzer şeyler düşündü.
Seferis İzmir yangınını adeta gördü. Oradaki insanların yaşadığı dehşeti yaşadı. Yaşadığı sürece İzmir yangınını unutmadı. Bu yangını gerçekte hiç görmemiş olmasına rağmen, her gece onu “gördü” ve yaşadı.
Yangını çok iyi biliyordu çünkü kendisi de bir İzmirliydi ve büyük yangından kısa sayılabilecek bir süre önce, İzmir Urla’da bulunan evinden ayrılmış ve Atina’ya gitmişti. Ailesiyle birlikte göç etmemiş olsaydı belki de o büyük yangında kendisinin de can vermiş olabileceği düşüncesi, Seferis’i yaşadığı sürece örseledi durdu.
Dönüm Noktası, Sarnıç, Destansı Öykü/Mitolojik Tarih, Seyir Defteri, Alıştırma Defteri, Ardıç Kuşu, Üç Gizli Şiir gibi şiir kitapları, Bir Şairin Günlüğü ve Kapadokya Kaya Kiliseleri gibi anı ve gezi kitaplarıyla tanınan Yorgo Seferis, 19 Şubat 1900’de İzmir’de doğdu.
Babası, şiirle de uğraşan bir avukattı. Seferis on dört yaşına kadar İzmir’de o zamanki adı Vurla olan Urla’da yaşadı. Birinci Dünya Savaşı çıkınca Seferis ailesi Atina'ya göç etti. Liseyi burada tamamladı ve 1918'de babasının avukatlık yapmakta olduğu Paris'e hukuk okumaya gitti. İlk şiirlerini de bu sıralarda yazdı. Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’nda diplomatlık aday memuru oldu.
1931'de Yunanistan'ın Londra konsolosluğuna atandı. Dışişlerindeki hizmetini Arnavutluk, Güney Afrika, Mısır ve Türkiye'de müsteşarlık ve konsolosluk görevlerinde bulunarak sürdürdü.
Bütün bunlar sırasında şiir çalışmalarını sürdüren ve Yunan sembolik şiirinin en tanınmış temsilcisi haline gelen Seferis, 1963 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı.
Yorgo Seferis uzun bir süre İzmir’e gitmedi. Bunun sebebini soranlara, “belki de ölüleri tahrik etmek, doğal düzeni ihlal etmek gibi ahlaksızca bir hareket yaparım diye korktum” cevabını verdi.
1922 yılında Pariste iken İzmir’de meydana gelen büyük yangını haber aldığında çok sarsıldı. Sürekli olarak İzmir’den haber almaya çalıştı. Daha sonra o yılları anlatırken, “gazetelerde sonradan çıkan yangın resimlerine baktım ve kahroldum, sanki geçmişimden, beni ayakta tutan anılarımdan, atalarımın ruhlarından bir anda koparılmıştım, bir anda köklerim hem de dibinden kesilivermişti” diye konuştu.
Uzun bir süre sonra içindeki korkuyu yenmeyi başaran Seferis, 1950 yılında İzmir’e gitti. Doğduğu evi, anneannesi ile dedesinin yaşadığı evleri gezdi. On dört yaşına kadar yaşadığı Urla ve İskele semtlerinde, çocukluğundaki arkadaşlarından bazılarını gördü ve bir çocuk gibi ağladı. Hala ayakta kalmış dut, çitlembik ve zeytin ağaçlarını görünce de ağladı. Çocukluğunda hep bu ağaçlara baktığını anlattı ve “Başka düşlerim yoktu çocukluğumda / Kendi gövdemi işte böyle tanıdım” dizesini yazdı.
Ömrünün sonlarına doğru Atina’daki evine çekilen Seferis, şiir ve edebiyat çalışmalarını sürdürdü ama yaşamaktan artık pek tat alamadığını da hep söyler oldu. ‘Bir güvercin gibi ak / o gizli kıyıda / susadık öğle üzeri / ama tuzluydu sular / Sarı kumların üstüne / adını yazdık onun, ama bir rüzgâr esti denizden / ve silindi yazılar’ dizeleriyle dile getiriyordu bu hoşnutsuzluğunu.
’Nasıl bir ruh, bir yürek / nasıl bir istek ve tutkuyla yaşadık, yanılmışız / Değiştirdik öyle yaşamayı’ diye hayıflanan Seferis, 20 Eylül 1971’de yaşamını gerçekten değiştirdi…
Yorgo Seferis’in evlerinden kovulması üçtür. Ardıç Kuşu şiirine yansıyan ilk ikisi yanında, şiirinden sonra, Albaylar Cuntası (1960-74) dolayısıyla 14 yıl daha evinden, yurdundan uzakta yaşamak zorunda kalacaktır. Yorgo’nun da bu dünyada kısmetine bir ömür kaçkınlık düşmüştür.
Lemi Özgen bu yazısına Yorgo Seferis’in çocukluğunu ve ilk gençliğini geçirdiği evlerinin de içinde bulunduğu, bugün Fuar Meydanı olarak bilinen, yüzyıl önce Ermeni ve Rumların yaşadıkları mahalleleri saran ve günlerce süren “İzmir Yangını”nından ne kadar etkilediğini anlatmakla başlar. Amerikalı yazar Richard Reinhardt’ın Türkçeye “İzmir’in Külleri” adıyla çevrilerek 1973 yılında hürriyet yayınları tarafından yayınlanan bu romanın adıyla çevirilerek 1973 yılında hürriyet yayınları tarafından yayınlanan romanında; “İzmir Yangının ilk defa nerede başlamış olduğunu kimse kesinlikle bilmiyordu. Basmahane istasyonu yakınlarındaki çukur sokağındaki bir ev yanmaya başlamıştı o sabah. Türk askerlerinin, sivil Ermenilerin silahlarına el koymak için mahalleyi bastıkları söyleniyordu. Biri askerlere ateş açmış, bir diğeri ev işi bomba atmıştı üstlerine. Hemen arkasından Aya Stefan’dan meyve haline kadar her yerde evler ve dükkanlar yanmaya başlamıştı.” (s. 440-41),der. İngiliz gazeteci ve yazarı Eric Ambler de Türkçeye “Dimitrios'un Maskesi” adıyla çevrilen romanında, yangın ve yangın sırasında yaşanan insanlık dramını şöyle anlatır: “İki hafta süresince ilerleyen Türklerden kaçıp kente akan sığınmacılar zaten yüksek olan Rum ve Ermeni nüfusunun iyice kabarmasına neden oldu. Yunan ordusunun dönüp İzmir'i savunacağını düşünmüşlerdi. ancak Yunan ordusu kaçmıştı. Şimdi bir kapana kıstırılmışlardı. … Göçmenleri, yanan bölgelerde tutmak için kent askeri birlikler tarafından kordon altına alındı. Korkudan çılgına dönmüş kaçaklar ya acımasızca vuruluyor ya da cehennemin içine geri sürülüyorlardı. Dar sokaklar cesetlerle öylesine dolmuştu ki kurtarma birlikleri kokuya dayanamadıkları gibi oradan geçemiyorlardı bile. İzmir bir kentken, ölüler mahzenine dönmüştü. pek çok göçmen iç limanındaki gemilere ulaşmaya çabalıyordu. Vurulmuş boğulmuş, uskurlar tarafından parçalanmış cesetler kandan kızıla kesmiş suda yüzüyordu. Ama yine de birkaç metre arkalarında yanan ve üzerlerine yıkılan binalardan kurtulmaya çalışan insanlar deniz kenarındaki iskeleleri doldurmuştu. İnsanların çığlıkları denizin bir mil açığından duyulduğu söyleniyordu. gavur (infidel) İzmir günahlarının kefaretini ödemişti." (Can Yayınları, çev: Gülçin Aldemir, syf:34-35) **** Yorgo Seferis’in, Ardıç Kuşu’na atfettiği şiirinde, “Evlerimi elimden aldılar” dizesiyle başlar. Bu “Evler” İzmir ve Yunanistan olmalı. Anadolu Bozgunu (1922)ve Hitler İstilası ile iki kez kovalandığı evleri şiirlerine yansır. **** “Elimden aldılar evlerimi. Mutsuz / yıllara başladık; savaşlar, yıkımlar, gurbet; / avcı bulur bazen göçebe kuşları / bazen bulmaz, av boldu / benim zamanımda çok kişiyi alıp götürdü saçmalar; ötekiler durmadan döner ya da çıldırır sığınaklarda.”(Bütün Şiirleri, cev: Özdemir İnce, Herkül Millas, Varlık Yayınları, sf.202)
Şahane....tebrikler....Lemi ‘ciğim , face ‘ de yazıların çıktkça okumağa çalışıyorum . Selamlar.....