Durakta iniyorum. Yürüyen merdiven kalabalık. Ellerinde Tati mağazasının pembe torbaları bulunan esmer erkekler. Başları renk renk eşarplarla örtülü kadınlar. Son heceleri sakız gibi uzatılan Arapça cümleler. Boyunlarına siyahlı beyazlı Filistin puşileri sarmış genç erkekler, kocaman bir radyoyu sonuna kadar açmış, Jamaika şarkıları dinliyor.
Cezayirli, Tunuslu erkeklerin bakışları altında merdivene yöneliyorum. Ezberledim. Tam otuz yedi basamak çıkacağım. Yavaş çıkmaya çalışıyorum. Bu kötü bakışlı erkekler topluluğu içinde kalçalarımın fazla hareketli görünmesinden korkuyorum. Bir de… bir de “onun rahatsız olmasından” korkuyorum. Bacaklarımı çok hızlı hareket ettirirsem, kasıklarım ve karnım basınç yapıp, ‘onu’ rahatsız edebilir diye düşünüyorum.
Kendimi tutamayıp gülüyorum. Biraz sonra yok olacak ve yok olmasına benim izin verdiğim, daha da acısı yok olmasını, kaybolmasını, hiç olmamasını istediğim, buna hazırlandığım, bunun için kentin en ücra bir istasyonunda metrodan indiğim “o” rahatsız olmasın diye hızlı yürümekten korkuyor olmama gülüyorum. Gözyaşlarım hızla iniyor ve ben gülüyorum. Hıçkırıyorum, sessiz çığlıklar atıyorum ve ben gülüyorum. Acıdan, çaresizlikten nefesim kesiliyor, kasıklarım daha şimdiden paramparça olmuş gibi sancıyor ve ben gülüyorum.
Otuz iki, otuz üç. Basamakları sayıyorum. Kız mıydı erkek miydi acaba? Daha şimdiden ondan “dili geçmiş” zaman kipinde bahsediyor olmama şaşırıyor ve yeniden ağlıyorum. Oysa o ‘daha’ burada. İçimde bir yerlerde. Belki yan dönmüş, dizlerini karnına yapıştırmış, bir parmağı ağzında, kocaman göz kapakları yumulu, öylece duruyor. Benim kalp atışlarımı duyuyor. Bende ne oluyorsa hepsini duyuyor, hepsini hissediyor. Geçenlerde okumuştum, kokumu ve sesimi de tanıyor.
Şu anda ne hissediyor olabilir? Benim heyecanlı olduğumu, ölesiye korktuğumu, ter içinde olduğumu, her an altıma kaçıracak kadar sıkıştığımı bilebiliyor mu acaba? Biraz sonra kendi başına neler geleceğini, kesileceğini, koparılacağını, sımsıkı yapıştığı o güvenli yerden, bıçakla, kaşıkla, spatulayla ya da her ne yere batasıca aletse işte onunla düpedüz ‘kazınacağını’ hissediyor mu? Dışarıyı, beni ve kendini asla göremeyeceğinin farkında mı?
En kötüsü de tüm bunlara ‘annesinin’ izin verdiğini biliyor mu? Şu anda bir kordonla haberleştiği, beslendiği, o kordonla ‘tanıştığı’ annesinin, tam şu anda onu yok etmeye hazırlandığını, bunun için şehrin varoşlarındaki bir ‘kasapdoktor’a koştuğunu, onu yok etmek için haftalardır biriktirdiği parayı birazdan o kasapdoktora vereceğini, bunları düşündükçe çok korktuğunu, altına kaçırmak üzere olduğunu hissediyor mu acaba?
Yeniden gülüyorum. Yeniden ağlıyorum. Otuz yedinci basamağı da çıkıp, Ambroise-Pare sokağına sapıyorum. 1963’ün Ekim’inde tam yirmi iki gündür adet görmeyi bekliyordum. Günlüğüme tam yirmi iki gündür büyük harflerle ve altını çizerek yazıyordum. ‘HİÇBİR ŞEY YOK’. Korkuyordum. İlk kez erkeklerinkinden farklı bir vücuda sahip olduğumu dehşetle anlıyordum.
Hamile olduğumu öğrendiğimden beri, insanlar daha doğrusu kadınlar gözümde ikiye ayrılmıştı. Artık şu koca dünyada “boş karınlarıyla öteki kızlar” ve bir de ben vardık. Soluk bir Ekim güneşi altında yürüyorum.
Beauvoisine meydanı yakınlarında Yser bulvarındaki stajyer doktorun kapısını çalıyorum. Halı döşenmiş, camlı kütüphaneli, duvarlarına Van Gogh kopyaları asılmış gösterişli ve yapmacık salonu geçip, arkadaki küçük odaya giriyoruz. Tek bir masa, iki sandalye ve daracık bir divan. Doktor yüzüme hiç bakmadan şekerli suyla dolu bir bardağı bana uzatıyor. İçiyorum. Çantamdan parayı çıkarıp veriyorum. Alıyor. Sonra da tüm o yıpranmış, eprimiş paraları tek tek sayıyor. Kıvrımlarını düzeltiyor. Bazılarını ışığa tutup dikkatle inceliyor.
Paraları çekmeceye atıp, arkasındaki kapıyı açıyor. “Gel” diyor bana. Sararmaya yüz tutmuş beyaz fayanslarla döşeli, buz gibi soğuk bir oda bu. Üzerine naylon bir örtü sarılmış, dar ve uzun bir yatak. Yatağın ayakuçlarında, metalden yapılmış, yüksekliği ve genişliği ayarlanabilen iki tutamak. Yatıyorum. Üzerime yeşil bir örtü seriyor. Ayaklarımı tutamaklara koyuyorum. Onları biraz daha yükseltip, biraz daha yanlara açıyor.
Gözlerimi yumuyorum. Defalarca okuduğum o kanun maddesi. “Herhangi bir çocuk düşürme işleminin failleri, bu işleme yol gösteren hekim, ebe ve eczacılar, kendi kendine çocuk düşüren ya da buna rıza gösteren kadın, tüm bunları teşvik edenler şu kadar yıl hapis ve şu kadar Frank para cezası…”
Kasapdoktor tutamakları iyice aralıyor. Şimdi bacaklarım sonsuza kadar ayrılmış durumda. Kafamda “kürtaj kötü olduğu için mi yasak, yoksa yasak olduğu için mi kötü, insanlar yasalara göre yargılanır ama yasalar yargılanmaz” düşüncesi.
İçimde bir şeyler “kazınıyor”. Bir çığlık duyuyorum. Bu çığlık benden mi çıkıyor yoksa asla göremeyeceğim ‘içimdeki ondan mı?’ Bilmiyorum. Kan kokusu. Karanlık…
Çağdaş Fransız edebiyatının tanınmış yazarı Annie Ernaux Kürtaj adlı kitabında, 1963 yılında yaptırmak zorunda kaldığı kürtajı, benim bu yazdığım cümlelere benzer bir biçimde ama çok daha sert ve yalın cümlelerle anlattı.
Babam, Bir Kadın, Kürtaj, Bir Adam ve Yalın Tutku kitaplarıyla ünlenen Annie Ernaux, 1 Eylül 1940’ta Lillebon’da doğdu. Babası bir fabrika işçisiydi. Ernaux babasıyla olan ilişkilerini Babam adlı kitabında anlattı.
“Daha az anlaştığını” söylediği annesine ilişkin Bir Kadın romanı ise eleştirilere yol açtı. Ernaux bu kitabında annesini anlatırken, etrafında olup bitenlerle pek ilgilenmeyen, alabildiğine edilgen bir kadından söz etti. Annesini oldukça kötü bir insan olarak betimlemesi, Fransız kadın hakları eylemcilerinin tepkisine yol açtı.
Ernaux, kendi başından geçen kürtaj olayını anlattığı romanla başarıyı yakaladı. 1960 yıllarında hamile kalmıştı ve o yıllarda Fransa’da kürtaj yasaktı. Ernaux, bu durumdaki bir kadının neler çektiğini, neler yaşadığını kitabında tüm ayrıntılarıyla anlattı.
Kitap yayımlandıktan sonraki bir hafta içinde yüz bin adet satarak, bu alanda bir rekor kırdı. Yaptığı açıklamaya göre Ernaux, kitabı yazıp yazmama konusunda iki yıl boyunca kararsız kalmış, sonunda bazı Afrika ülkelerindeki “kadın sünnetleri” haberleri üzerine yazmaya karar vermişti.
Ernaux, Babam romanıyla 1984 Renaudot ödülünü aldıktan sonra yazmaya bir süre ara verdi. Teşhiste geç kalınmış bir meme kanserine yakalanmıştı ve ameliyat olması gerekiyordu. Yine bir süre kararsız kaldıktan sonra ameliyat oldu. Daha sonra, “çok iyi bir hastanede ameliyat olmama rağmen, aklımda hep o kürtaj olduğum, fayans döşeli buz gibi oda vardı” diye konuştu.
Bir Kadın romanından sonra yazdığı Yalın Tutku kitabı, Annie Ernaux’nun ününü artırdı. Bir kadın ile bir erkek arasındaki aşkın cinsel boyutlarını anlattığı bu roman, beğenildiği kadar da eleştirildi. Ernaux’nun kullandığı dil “açık saçık” olmakla suçlandı. Ernaux, bu eleştirileri yanıtlarken, “açık saçık değil, açık seçik olduğunu ve sadece gözü pek davrandığını” söyledi.
Yazarlığının yanı sıra yıllarca lise öğretmenliği de yapan Ernaux, Paris yakınlarındaki evinde yazmayı sürdürüyor.
Onun için artık bir kürtaj olma riski yok ama Ernaux yine de Paris varoşlarına uğramamaya çalışıyor…
Yorum Yazın