Lemi Özgen

Lemi Özgen


Kahverengi gözleri vardı

Kahverengi gözleri vardı

Başını hafifçe sağa çevirdi. Sadece çevirdi. Eğmedi. Bükmedi. Yaşamı boyunca nefret ettiği bu iki hareketin hiçbirini yapmadı. Çenesini avucuna dayadı. Son zamanlarda yüzünden hiç eksik olmayan o acı hüzün, hemen gelip gözlerine yerleşti. Işıltısı günden güne kaybolmakta olan kahverengi gözlerinde, koyu gölgeler yarattı.

Alışkanlıkla elini saçlarına götürdü. Onları düzeltmek istedi. Kısacık saçlara dokununca yine şaşırdı. Kemoterapiden sonra iyice dökülmüş, şimdi ise biraz uzamış olan, civciv sarısına boyattığı bu yeni saçlarına bir türlü alışamamıştı.

Kalın dalgalar halinde beline kadar sarkan kapkara saçlarını özlüyordu. Kendisinin adeta bir simgesi haline gelen, sürekli alnına dökülen kocaman, gri perçemini özlüyordu. Daldı gitti. Başka şeyler de özlüyordu elbette. 

Paris’i özlüyordu mesela. Yirmi beş, yirmi altı yaşlarındayken gittiği Paris’in hareketli gecelerini özlüyordu. Barları, sokak kahvelerini, ayyaşları, ressamları, edebiyatçıları özlüyordu. Tanıştığı, seviştiği siyah ya da beyaz güzel kadınları özlüyordu.

Elinde bir fotoğraf makinesiyle Vietnam’da çılgınca koşturduğu günleri özlüyordu. İsrail-Arap savaşı bütün hızıyla sürerken, tank mermilerinin teğet geçtiği tepelerde film çektiği zamanları özlüyordu. Makineli tüfeklerin çatırtısı altında ve elektrikler kesik olduğu için gaz lambası ışığında Godot’yu Beklerken oyununu ‘sergilediği’ Saraybosna’yı özlüyordu.

Sonra o girdi içeriye. On beş yıllık arkadaşı, sırdaşı, sevgilisi, eşi olan kadın girdi içeriye. Aceleyle odanın köşesine gitti. Yere uzatılmış olan tripotu yüklendi. Odanın ortalarına bir yere getirdi. Yüksekliğini ayarladı. Nikon fotoğraf makinesini tripota yerleştirdi.  Pencereden gelen ışığı ölçtü.

Kısa sarı saçlı kadın, şimdi fotoğraf makinesinin başında dikilmiş, büyük bir ciddiyetle kendisini izleyen kadına baktı. Dalgalar halinde omuzlara dökülen dağınık sarı saçlar. İri bir erkek burnu. Siyah çerçeveli bir gözlüğün kalın camlarının ardından bakan bir çift kısılmış göz. Fotoğraf makinesini alçaltıp yükselten, orasını burasını kurcalayan damarlı, kısa tırnaklı ve kalın eller.

O eller makinenin üzerinde dolaştı ve art arda deklanşöre bastı. Öteki kadının kare kare fotoğraflarını çekti. Fotoğraflar çekilirken, durmadan konuştular. Arada bir şeyler yiyip içtiler. Kısa bir süreliğine de olsa öpüştüler ve kadın, öteki kadının resmini çekmeye devam etti.

Sonunda kısa saçlı kadın resim çektirmekten yoruldu. İlaçlarını içti. Kanepeye uzandı. Ayakları iki yana savrulmuş, eli kucağında kıvrılmış bir vaziyette uyuyakaldı. Öteki kadın, onun bu halini de fotoğrafladı. Makineye ve tarihe kaydetti.

Edebiyatçı, oyun yazarı, film yönetmeni, senaryo yazarı, sanat eleştirmeni, fotoğraf sanatçısı, sanat kuramcısı, eleştirmen ve siyasi eylemci Susan Sontag, fotoğraf çekimlerinden yoruldu ve uykuya daldı.

On beş yıl önce tanıştıkları ilk günden beri Susan Sontag’ın resimlerini çeken, onun hayat ve iş arkadaşı, sevgilisi olan fotoğraf sanatçısı Annie Leibovitz de onu uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak yürüdü ve fotoğraf makinesini alıp, karanlık odanın yolunu tuttu.

Yanardağ Sevgilim, Alice Yatakta, Başkalarının Acılarına Bakmak, Bir Metafor Olarak Hastalık gibi eserleriyle tanınan Susan Rosenblatt (Sontag), 16 Ocak 1933’te New York’ta doğdu. Susan beş yaşındayken babası öldü. On iki yaşına geldiğinde annesi bir pilotla evlenip Sontag soyadını aldı. Susan da yaşamı boyunca bu soyadını kullandı.
Susan, çok ilgi duyduğu felsefe alanında eğitim almak için Harvard üniversitesine gitti. Burada ünlü felsefeci Herbert Marcuse ile birlikte çalıştı. Marcuse’nin Sovyet Marksizmi kitabı üzerindeki çalışmalarını yakından izledi.

Yirmi altı yaşındayken Paris’e gitti. İlk eşcinsel aşkını da burada yaşadı. ‘Amerikan bohem dünyasının gülü’ diye tanımladığı yazar ve model Harriet Sohmers ile birlikte oldu. Bir rastlantı sonucu olarak okuduğu Harriet’in günlüklerinden, onun kendisini sevmediğini anlayınca ilişkisini bitirdi.

İlk romanı "The Benefactor" 1963 yılında yayımlandı. İkinci kitabı, "The Death Kit" dört yıl sonra yayımlandı ve çeşitli eleştiriler aldı. Kamp Üzerine Notlar adlı çalışmasıyla iyice ünlendi.

Sürekli olarak siyasetin içinde yer alan Sontag, Vietnam savaşının en kanlı döneminde 1968’de Hanoi’ye gitti. Savaşın göbeğinden sayılabilecek resimler çekti. Amerika’ya döndükten sonra yazdığı yazılar, onun siyasi eylemciliğinin boyutlarını ortaya koydu. Ülkesi ABD’yi “yok olmaya mahkum, ırkçı, soykırım üzerine kurulmuş" bir devlet olarak tanımladı. O dönemdeki son yazılarından birinde de “beyaz ırk insanlığın kanseridir” demekten çekinmedi.

Susan Sontag, dik başlı siyasi eylemciliğini hiç ödün vermeden yaşamı boyunca sürdürdü. 1973’te Arap-İsrail savaşı sürerken Kudüs’e gitti ve burada mermi gümbürtüleri arasında kendi yazıp yönettiği ‘Vaat Edilmiş Topraklar’ filmini çekti.  1993'te ise işgal altındaki Saraybosna'da Beckett'in Godot'u Beklerken oyununu sergiledi.

Dünyanın en çok konuşulan entelektüellerinden biri olduğu sırada, işler Sontag için ters gitmeye başladı. Önce rahim, sonra da meme kanserine yakalandı. Bunlarla boğuştu. Birçok ameliyattan sonra bu hastalıkları atlattığı bir sırada, bu kez de kan kanserine yakalandı.

1980’lerde tanıştığı Annie Leibovitz’in de yardımıyla ayakta durmaya çalıştı. Leibovitz, ünlü bir fotoğraf sanatçısıydı. Beatles’ın şefi John Lennon’un, Japon eşi Yoko Ono’ya çırılçıplak sarılarak verdiği ünlü pozu o çekmişti. İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in özel resimlerini çektiği bir sırada Kraliçe’ye “başınızdaki şu tacı çıkarsanız resimler daha iyi çıkacak” demesiyle de ünlüydü.

Sontag ile Leibovitz, tanıştıkları günden, Susan’ın ölümüne kadar geçen tam on beş yılı birlikte yaşadılar. Hiçbir zaman aynı evde oturmadılar ama hep birbirlerini gören dairelerde kaldılar ve günde en az iki kez birbirlerine gül gönderdiler. Pencerelerine “seni seviyorum” diye yazdılar. 

Susan Sontag, “hepsi de kadınlar için” dediği rahim ve meme kanserinden sonra yakalandığı kan kanserine karşı elinden geldiğince savaştı. Savaşı 28 Aralık 2004’e kadar sürdü ve sonunda bir mecaz, bir metafor olarak tanımladığı bu hastalığa, kendisinin o hiç sevmediği deyimle “yenildi”.

Annie Leibovitz, Susan Sontag’ın arkasından neler hissettiğini soranlara, “kahverengi gözleri vardı” diye cevap verdi.

Sonra hep sustu...    

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar