Kuledibi’ndeki sahaf dükkanının ahşap kapısını güzelce kilitleyip dışarıya çıktı. Ağır ceviz raflardaki tozlu, şömize ya da maroken ciltli, sırtları sırma ibrişim dikişli, kapak içleri renklerle suyun dans ettiği somaki, şal, hatip veya akkase ebrularla kaplı, allı yeşilli şirazeleri bürümcük ipek ya da nakışlı kaytan, yüzlerce değerli kitabın kokusunu dükkan içinde bıraktı.
Galata Kulesi’nin heybeti altındaki Arnavut kaldırımlı sokakta alçakgönüllü bir diyez işareti gibi kıvrılıp kalmış, daha çok denizciliğe ait kitapların, usturlap modellerinin, gemici düğüm ve çipalarının, artık hiçbir yönü göstermeyen eski pusulaların, puslu atlasların, ilm-i nücum ve gök haritalarının satıldığı babadan kalma sahaf dükkanından çıkar çıkmaz da kendini kar mavisi bir İstanbul’da buluverdi.
İstanbul havasının oynaklığına çoktan alışmış olmasına rağmen, yine de şaşırmaktan kendini alamadı. Daha bu sabah dükkana gelirken, Şahkulu Camii’nin orada bir soluklanmış, gökyüzünün sararmış yaprak kızılı altında, arduvaz grisi bir İstanbul görmüş, ama kar yağacağına dair herhangi bir alametle karşılaşmamıştı.
Oysa şimdi İstanbul’a kar yağıyordu. Yüksekkaldırım, Kuledibi, Galata Kulesi, Mevlevihane, aşağılardaki hüzünlü Karaköy Limanı, Cihangir ve Galata sokaklarına yıldız tozu bir kar yağıyordu şimdi.
Göz yaylımı görebildiği her şey; sol yanında döne döne yaklaşan ya da uzaklaşan, bir baş dönmesi gibi dolambaçlı, insana bastığı anda çaresizliğe, kaybolmuşluğa çıkacakmış duygusu veren Kamondo Merdivenleri, Kurşunlu Mahzen, aşağılardaki Voyvoda Caddesi, Kemankeş Mustafa Paşa Camii, Kurşunlu Han, San Georg Kilisesi, Surp Grigor Lusavoriç Kilisesi, Zülfaris Sinogogu, Azapkapı Camii, Şehsuvar Camii, D’Arancon’un ünlü Laleli Çeşmesi, Serdar-ı Ekrem Caddesindeki, bir zamanlar Prusya Elçiliği binası olmuş, eskiden Helbig, şimdi ise Doğan Apartmanı adını taşıyan kocaman bina, süt mavisi bir kar perdesi altında, dumanlı ve ıslak bir keder tütüyordu.
Yokuşun üstünden, Galatasaray’ın oralardan esen sert bir poyraz, yaprakları çoktan dökülmüş çıplak dallarda ıslıklı kırbaçlar çalıyor, hepsi de kar yüklü, homurtulu, adamakıllı ağır, piyano siyahı ama içten içe pembe nakışlı ne kadar kalın bulut varsa, hepsini Galata’ya, Kuledibi’ne ve aşağılardaki yorgun şileplerin son sığınağı Karaköy Limanı’na sürüklüyordu.
Kar savruntuları arasında ara sıra bir fırsat bularak boy göstermeye çalışan solgun güneşten dağılan cam iplikler, aşağılarda belli belirsiz görülen Haliç’e gümüşten örümcek ağları örüyordu. Kar ışıkları altında, paslı şilep ölüleri, tarihsiz takalar, mavnalar ve karmakarışık martıları ile Haliç, dövme gümüşten bir kabartma gibi duruyordu. Kar, İstanbul’u hiç işi olmayan avare bir boyacının geniş zamanlı titizliğiyle dumanlı bir beyaza boyamayı sürdürüyordu. Bahriyeli Kasımpaşa, uzak bir piyanodan hala daha Mahur bir ezginin yükseldiği duyulan yorgun Balat, sanki mızıka çalan bir çocuğun kül renkli bir kalemle şöyle havaya çiziverdiği Galata ve Unkapanı köprüleri bu beyaza bürünüyordu.
O kar yağışı altında bütün İstanbul, barut renkli dumanlar içinde Süleymaniye Camii’nin arkasından geçiyordu.
Kar taneleri, kristal kadehler gibi boşluğa düşüp düşüp kırılıyor ve çıkardıkları solgun ışık çakıntıları, daha ötelerdeki, sözgelimi Zeyrek’teki çoktan ölmüş bir ahşap evin, artık olmayan yorgun ışıklarını sanki yeniden yakıyordu. Karın gri mavi alacasında mavi damarlı bir Çin porseleni halini almış martılar, dallı budaklı duman ağaçlarının ardında kaybolmuş bu ölü evleri, yanıltıcı bir ışık beyazıyla kaplıyordu.
Yıldız tozunun ardından önce kuşbaşı, şimdi ise lapa lapaya çevrilmiş kar, İstanbul’u olmayan bir şehirde gezinen puslu bir ayna gibi yansıtıyor, çakım çakım şimşeklerin aydınlattığı mor lacivert bir gökyüzünde, mermer beyazı martı sürüleri kar tanelerine karışmış, bilinmez bir aleme doğru çığlık çığlığa uçuşuyordu.
Beyoğlu’na doğru ağır ağır çıkmaya koyuldu…
Beyoğlu’na da kar yağıyordu. Gitgide koyulaşan siyah ve gri binaların karanlık mavi pencerelerinin önünden uçuşarak yere düşen kar taneleri, İstiklal Caddesi’ne bir “Mütareke İstanbul’u’’ görünümü veriyordu.
Bizans’tan kalma kurşuni bir gökyüzü altında savrulan karların kirli beyazlığını, tek tük yanmaya başlamış neonların, bir mor mürekkep lekesi gibi patlayan ışıkları bozuyordu.
Kar şimdi lapa lapa olmaktan çıkmış, bilinmeyen bir yerlerden üfleniyormuş gibi acı ve esmer bir karabiber bulutu olarak savruluyordu. Kar taneleri, İstiklal Caddesi’nden yorgunca geçen camları buğulu ve turuncu tramvayların üzerine düşüyordu.
Görmüyordu ama biliyordu. Şimdi Boğaziçi’ne de kar yağıyordu. Aşiyan’daki çıplak dallı manolyalar, kar altında öksüz kalmış erguvanlar, savrulan kar altında elektriklenmiş, yanlış yanlış parıldıyordu. Güzelim Ortaköy Camii’nin minare uçlarından çatır çatır sağa sola atlayan kıvılcım demetleri, mor, eflatun, fosforlu yeşil dumanlara bürünmüş Boğazın deli sularının üzerinden akıp gidiyordu.
Kubbeleri şimşeklenmiş Ayasofya açıklarından başlayan ve Galata Köprüsü üzerinden tekmil Haliç’i bir yalnızlık beyazına boyayarak koşturan kar, şimdi bir o yakaya, bir bu yakaya atlayarak Beşiktaş, Ortaköy, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Arnavutköy, Bebek, Kandilli, Hisarlar, Kanlıca, Emirgan, İstinye ve Çubuklu’dan geçip, ta ötelerdeki Büyükdere, Sarıyer ve Kavaklar’a tüy tüy yağıyordu. Tekmil İstanbul bir kar anaforuna kapılmış, dümensiz bir tekne gibi bilinmez bir beyazlığa doğru savruluyordu.
Üşüdü. Nedense aklına Turgut Uyar’ın “çok üşürdük, hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız, üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız’’ dizeleri geldi.
Adressiz sokaklara doğru yürüdü gitti.
İstanbul kar mavisi bir akşam altındaydı şimdi…
Kaleminize yureginize saglik
Sevgili Lemi, gercekten çok etkileyicı bir yazı. Sanki yaşananların renkli fotografıni ceker gibi yazmışsın. Teşekkürler. Sevgiler...
Yazıyı okurken kendimi öyle bir kaptıydım ki, Galata 'daki kârı, Karaköy deki karı ve soğuğu iliklerimde hissettim. Tabi ki bu Benim hayal gücüm değil, yazarımızın kaleminin gücü. Karı özletti bana. Teşekkür ederim.