Yıllar önce. Yalnız, yorgun ve iyice umutsuz günlerimden biri daha. Hangisi olduğunu şimdi çoktan unuttuğum bir yılın ama unutmadığım bir nisan ayının ilk haftaları. Hüzünlü bir akşamdan sonra saatler hızla geçmiş ve vakit gecelere dayanmış. Gündüz yaldız yaldız bir güneşle yıkanmış İstanbul’a şimdi inceden bir yağmur yağıyor.
Saatler ha babam ilerlemiş ve vakit gece yarısını çoktan geçmiş. O inceden yağmurun altında, Tarlabaşı caddesinin karanlık sokaklarında “Şeker, Şeker, kızım neredesin” diye enikonu bağırarak dolaşıyorum.
Yavruyken sokakta bulup büyüttüğüm, birlikte yaşadığım kedim “Şeker”i arıyorum. Akşam yorgun argın döndüğümde, Küçük Kırlangıç sokaktaki evimde saatlerdir bir türlü bulamadığım kedimi arıyorum.
Evde, onun saklanmayı en sevdiği yerlere bakıyorum. Yatağın altı. “Çekyat”ın yanı. Kitaplığın üstü. Pencerenin önü. Mutfak kapısının arkası…
Yok.
“Dışarıya çıkmıştır, döner birazdan” diye kendimi avutmaya çalışıyorum. Saatler geçiyor. Düpedüz kaldırıma açılan daracık pencerenin önüne çok sevdiği peynirden biraz koyuyor ve bekliyorum.
Yok.
Dışarıya fırlıyorum. Şimdi artık bağıra bağıra seslenerek onu arıyorum. Yok. Yağmur çiseliyor. Gümüş hareli ve dumanlı bir ay, limonküfü renginde ışıklar saçarak durmadan yükseliyor.
Netameli apartman boşluklarında tiner çeken çocuklara, şarap şişesindeki “son yudum hakkı” için birbirleriyle dövüşüp, ana avrat küfreden alkoliklere, “mesaiden” dönen ağır kadınlara, parıltılı elbiseler giymiş, eflatun renkli peruklar takmış erkeklere soruyorum kedimi.
Yok. Şeker’i kimseler görmemiş.
Fıçıcı Abdi sokağının hemen başındaki küçücük parkın sıralarından birine çöküyorum. Aşağılardaki denize kadar göz yaylımı uzanan İstanbul şehrine bakıyorum. Titrek ışıklar. Uzaktan mı yakından mı geldiğini kestiremediğim bir şarkı duyuyorum. “Sen beni bir buseye ettin feda” …
Derken, “Si bemol”lü bir miyavlama sesi. Kimselere duyurmamaya çalışarak ve sadece benim işitmem için çıkarılmış bir ses. Az ilerideki kaportacı ustası Kevork’un işliğinin önünden geliyor.
Koşuyorum. İşliğin önünde artık çalışmadan yıllardır öylece durup duran çok eski ve hurda bir kamyonetin altına eğiliyorum.
Şeker orada. Kevork Usta’nın gazete kağıtlarından yapıp, ötesini berisini üstübeçlerle sıkılaştırdığı, altına kalın bir karton döşediği, üstüne el havluları örttüğü bir “yatakta” öylece yatıyor.
Havluları biraz kaldırıyorum. Şeker, o ışıl ışıl gözleriyle bana bakıyor. Gümüş hareli ayın solgun ışığında, beyaz ve gülpembe karnının üzerine yapışmış yavruları görüyorum. Şeker sanki gülüyor. Ben de gülüyorum. Havada ağır ağır dalgalanan o hafiften anne sütü ve açılmaya durmuş güllerin kokusunu içime çekiyorum…
Yıllar geçti. Hayatımda hep kediler oldu. Kına, Samur, Minik, Çinli, “Virna Lisi bakışlı” Gümüş, Duman, Mercan, Susam ve daha niceleri…
Kediydiler ama tıpkı biz insanlar gibi, hepsi de birbirlerinden farklıydılar. Onlarla saklambaç oynadım, onlarla yarıştım. Öksürük olduklarında boyunlarını kolonyalı pamukla ovdum.
Bazıları çağırır çağırmaz geldi, bazıları hiç umursamadı. Bazıları tos vurdu, mırıldandı, başını yanağıma sürdü. Sabah beni uğurladı. Akşam dönüşümü bekledi.
Bazıları da yemek ve yatmak dışında beni katiyen adam hesabına almadı. Tıpkı biz insanlar gibi…
Şu dünyayı paylaştığımız tüm canlılar güzel. Nedir, kediler sanki biraz daha güzeller galiba…
Yorum Yazın