Uzun olacağı için başlığa çıkartamadığım soruyla başlayayım yazıya: Kim daha kalpten Fenerbahçeli? Ali Koç mu yoksa Antakyalı çocuk mu?
İzleyenler vardır mutlaka. Sosyal medyada da yer aldı. Fenerbahçe Hatay deplasmanındaydı. Takım otobüsünü kaldırımda koşarak takip eden bir çocuk görüntülere yansıdı. Sevinç sevince, gülücük gülücüğe, coşku coşkuya.
Hem koşuyor hem el sallıyor hem de sırtına geçirdiği formadaki armayı ara ara öpüyordu. “Görün beni, ben buradayım” der gibiydi. Sağ olsun, biri gördü demek ki. Bize de başlıktaki soruyu sorma hakkı doğdu.
Saçma bir soru olduğunun farkındayım. Kimin ne kadar Fenerbahçeli olduğunu ölçmek mümkün mü? Hem kıstas ne olacak?
Hangi filmdi şu an hatırlamıyorum. Western türü bir filmdi. Kötü adamlardan gına getiren yoksul köylüler, meşhur bir silahşordan yardım istemişti. Para verip koruma hizmeti satın alacaklardı. Lakin silahşor çok para alıyordu. Utana sıkıla “bütün paramız bu” dediler. Silahşor, “şimdiye kadar çok büyük para teklif edenler oldu ama parasının tamamını veren olmamıştı” dedi ve işi kabul etti. Sonrası malum hikâye.
Bizim malum hikâyemiz, yani Fenerbahçelilerin takımlarıyla kurduğu bağ, her şeylerini veren yoksul köylülerinkine mi benziyor yoksa büyük paralar verenlerinkine mi bilemiyorum ama her durumda malum soru yanıtını buluyor. Durun, buradan saçma sapan bir sonuca varmayacağım. Derdim başka.
Derdim şu: Elbette farkındayız. Futbol artık anlı şanlı bir endüstri halini almıştır. Futbol artık ve epey zamandır paranın egemenliğindedir. Aksini ne iddia eden vardır ne de kulüplerin birbirinden farkı. Milyonlarca taraftarı olan ve bununla orantılı olarak sınırsız potansiyele sahip kulüplerin yine bununla orantılı olacak şekilde yönetim kademelerinin kalburüstü zenginlerin, siyaset erbabının ilgisine mazhar olması şaşırtıcı değildir.
Böyle olmasaydı, yani “bir başka futbol” mümkün olsaydı, tabii ki şimdi başka bir yazı yazıyor olabilirdim; iyi de olurdu. Ne yazardım acaba?
Doğup büyüdüğüm kasabada yaz ayları köyler arası futbol turnuvası düzenlenirdi. Takımlardan biri sahaya “Köyden esen fırtına Şıhahmetli Köyü” pankartıyla çıkmıştı. Çok etkilenmiştim. O zamanlar böyle atraksiyonlar sık görülür değildi. Futbolu paradan, siyasetten azade kılabilsek, sanırım şimdi size köyden esen fırtınayı anlatırdım.
Ne demiri fazla bükmeye ne de zorlama yorum yapmaya gerek var. Politik tercihleriniz, sınıfsal konumlanışınız emin olunuz ki, bu duygu karşısında etkisizdir. Siz istediğiniz kadar başka bir gerçek varmış gibi yaşayın, tabii ki bu hakkınızdır. Ancak ne takımı birkaç dakikalığına olsa da görmek için Ulus’taki Stat Oteli’nin önünde saatlerce bekleyen bana ne de otobüsle yarışan Antakyalı çocuğa ulaşmanızın mümkün olmayacağını bilmeniz gerekir
Şu noktayı tescillemek gerekmektedir. Otobüsün yanında koşan çocuk olmasa, Ali Koç kulüp başkanı olmazdı; devamla, Ali Koç olmazsa çocuklar güle oynaya otobüsle yarışmazdı. Ali Koç ve Antakyalı çocuk simge isimlerdir takdir edilir ki. Zamanda yolculuk mümkün olsa, Ali Koç’la Faruk Ilgaz’ı, Antakyalı çocukla beni değiştirebilirsiniz.
Çocukları peşinden koşturacak bir takım olmak; futbol biraz da budur. Takım otobüsünü kovalayacak kadar çocuk olmak; futbol biraz da budur.
Bu yazıyı Cumartesi oynanan Fenerbahçe-Galatasaray derbisi öncesi yazmaya başladım. Az biraz yazıp devamını maçın sebebiyet vereceği ruh haliyle tamamlamayı düşünüyorum. Çünkü Antakyalı çocuğun zafer koşusunu maç sonucundan ve hatta sezon sonu kimin şampiyon olacağından daha önemli görüyorum. O duyguyu hak ettiği mertebeye çıkarabilirsek, başka bir ifade ile o çocuklara dokunabilirsek, yine başka bir ifade ile zafer koşusuna katılan çocukları çoğaltabilirsek, zaten zafer yakın demektir.
Hatay deplasmanı, aslında deplasman kavramının, en azından Fenerbahçe için ne kadar izafi olduğunu açığa çıkardı. "Fenerbahçe gelmeye görsün, bayram olurdu. Fuardan daha fazla fuar olurdu" diye İzmir “deplasmanını” anlatan Halit Çapın eğer yaşasaydı, Hatay için de kaleme kâğıda çoktan sarılmıştı.
Bakalım, yarın maç var. Antakyalı çocuk bacaklarını daha da açarak koşmaya devam edecek mi yoksa küçük bir tökezleme mi geçirecek?
Maç bitti, tökezledik.
Küçük bir tökezleme değildi; tek maçla da sınırlı hiç değildi, adeta karar tebliğ edildi. Elbette her türlü sonuca açıktır maçlar. Ancak bu kadar “kör kör parmağım gözüne” olacağını hesap edemedik. Hâlâ şaşırıyoruz ya, bize ne demeli!
Şunu demeli belki de: “Kalbim katlan bunlara.”
kalemine yüreğine sağlık inönü alpat
Otobüsün arkasından koşan çocuk bu olabilmenin böyle güzel anlatımı için teşekkürler. Kaleminize sağlık...
İlginç bir saptama, düşündürücü... Elinize sağlık, güzel bir anlatım olmuş.
Her zaman ki gibi yüreklere dokunmuşsun. Ellerine sağlık