Hava karardı. Çamurlu küçük meydanda subaylar önde, erler arkada toplandılar. Her akşam olduğu gibi tek tek sayıldılar. Sesi fazla çıkmayan bir borazan, hüzünlü bir yat borusu çaldı. Öteki esir subaylarla birlikte, kendilerine ayrılmış tahta barakadan içeri girip yer yatağına uzandı.
Sekiz aydır burada savaş esiri olarak tutuluyordu. Osmanlı Garp Ordusu 39’uncu Alay 3’üncü Tabur’da üsteğmen olarak katıldığı Yanya şehri savunmasında Yunan kuvvetlerine esir düşmüş ve on kadar arkadaşı ile beraber buraya, Atina yakınlarındaki Nafliyon esir kampına getirilmişti.
İçi saman dolu yer yatağında, tahtakurularının kemirdiği tavana bakarak düşüncelere daldı. Önce kampı ve esirliğini düşündü. Buradan ne zaman çıkabileceğini hesaplamaya çalıştı.
Subay barakasındaki diğer esirler teker teker koyu karanlık bir uykuya dalarken, o kendisini asıl düşündüren konulara döndü. Yazarken daha sade bir dile nasıl ulaşabilirdi? Arapça ve Farsça tamlamaları kaldırırsa yerine aynı yetkinlikte Türkçe tamlamalar kullanabilir miydi?
Kendisinin “Yeni Lisan” diye adlandırdığı konu yani yazı dilinin sadeleştirilmesi üzerinde yıllardır düşünüp durmuştu. Aslında konuşma dili ile yazı dili arasındaki farklılığın kaldırılmasıyla bu sadeleştirme sağlanabilirdi. Düşüncelerinin burasında uyku bastırmaya başladı. Türk hikayeciliğinin belki de en tanınmış ismi Ömer Seyfettin, bir Osmanlı subayı olarak esir tutulduğu Nafliyon kampında ağır ve rüyasız bir uykuya daldı…
Türk edebiyatında kısa hikâye türünün ustası Ömer Seyfettin bir askerdi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı zor dönemlere tanık olmuştu. Üsteğmen olarak görev yaptığı Rumeli’de birçok silahlı çatışmaya katılmıştı. Osmanlı’ya karşı silahlı mücadeleye girişen çeşitli Balkan uluslarından sert insanlara karşı bir asker olarak savaşmıştı. ‘Çetnik’, ‘Komitacı’, ‘Haydut’ diye isimlendirilen bu kişilerin başvurduğu gaddarlığı, yarattığı dehşeti çok yakından görmüştü. Ömer Seyfettin genç bir subay olarak yıllarca gördüğü bu tabloları ömrü boyunca unutamadı, dahası bu gözlemlerini, bunların kendisinde yarattığı duyguları yazı hayatına da aktardı. Bomba, Beyaz Lale, Tuhaf Bir Zulüm gibi hikayelerinde Balkan komitacılarının acımasızlıklarını bazı eleştirmenlere göre ‘gereğinden fazla bir gerçekçilikle’ canlandırırken, hep bu Balkan gözlemlerinin etkisinde kaldı. Dini inançları kuvvetli bir Çerkez ailenin çocuğuydu. Bu duygularını da hikayelerinde yansıttı. Bunların yanında bir ‘İttihatçı’ olarak da en azından edebiyatta eski akımlara karşı çıkan, onları yıkmaya çalışan bir ‘modernist’ idi ve bütün bunlar onun ‘İslamcı, milliyetçi ve çağdaş’ diye tuhaf bir bileşim olarak tanımlanmasına yol açtı.
Ömer Seyfettin, bazı hikayelerinde teknik yetersizlik olduğu, Topuz, Pembe İncili Kaftan gibi tarihi hikayelerinde şoven bir tutum sergilediği, dilde sadeleşme için onca çaba göstermesine karşılık, bazı öykülerinde servet-i fünun yazarlarından bile daha ağdalı bir dil kullandığı şeklinde de eleştirildi. Bir edebiyatçı için, özellikle onun gibi çok yazan bir edebiyatçı için böyle eleştiriler yapılması olağandı.
Nedir, ölümünden sonra Ömer Seyfettin belki de hayattayken hiç düşünmediği bir açıdan da eleştirilmeye başlandı. Onun, ders kitaplarına konularak çocuklara okutturulan ve biraz da bu yüzden ‘en tanınmış hikayeci’ olmasını sağlayan Kaşağı, Falaka, Diyet, İlk Cinayet gibi öykülerinin, aslında çocuklardan bucak bucak kaçırılması gereken eserler olduğu bile öne sürüldü. Mesela İlk Cinayet öyküsündeki, ‘Sonra beyaz kuşun uzanan ince boynunu bütün gücümle sıkmaya başlıyorum. Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum. Gık diyemiyor. Pembe dili dışarı çıkıyor. Elimi açıyorum. Beyaz kuşcağızın ölüsü pat diye düşüyor yere’ cümlelerini okuyan küçük bir çocuğun neler hissedeceği sorgulandı. Aynı şekilde, iki kardeşten birinin değerli bir kaşağıyı kırması ve cezadan kurtulmak için masum kardeşini asılsız olarak suçlaması, babası tarafından azarlanan kardeşin de ‘üzüntüden eriyerek’ ölmesinin anlatıldığı, Ömer Seyfettin’in en tanınmış hikayesi olan Kaşağı’nın okul kitaplarında asla yerinin olmaması gerektiği de savunuldu.
Daha da kötüsü, çocukları kötü etkileyebilecek olan bu hikayelerin bazılarının gerçekten yaşanmış olduğuydu. Bunlar gerçekti ve Ömer Seyfettin’in başından geçmiş olaylardı. Mesela yine en tanınmış öykülerinden biri olan Falaka’da ettiği gereksiz bir yemin yüzünden eşeğini falakaya yatırmak zorunda kalan, bu nedenle görevden alınan ve bir anda işsiz, aç kalan mahalle mektebi hocası gerçekti ve ona bu sonucu hazırlayan da bizzat Ömer Seyfettin’di.
Kuşkusuz Ömer Seyfettin bunları yazarken bu hikayelerinin gün gelip ‘çocuk edebiyatı’ kapsamına alınacağını, dahası Millî Eğitim Bakanlığı’nın ‘resmi tavsiyesiyle’ ilkokuldan liseye kadar tekmil ders kitaplarına konulacağını bilmiyordu. Telif Hakları Yasası’ndaki boşluklar nedeniyle ölümünden sonra da hemen herkes tarafından defalarca basılan kitaplarından, mirasçılarının beş kuruş bile alamadıklarını da bilemezdi.
Bütün bunları önceden tahmin edebilseydi biraz daha sakınımlı cümleler kullanır mıydı, kitaplarının telif haklarını daha sağlam tutar mıydı? Bilmiyoruz. Sadece 36 yıl yaşadı. Bu kadar kısa bir hayattan bu kadar çok hikâye nasıl çıkardı?
Bunu da biz bilmiyoruz…
Ben, tamamı Türkçe konuşan bir ortamda doğdum, büyüdüm. İlkokulda, Ziya Gökalp’in Alagayik şiirini ezberletilmiştim. Sonra Ömer Seyfettin’in hikayeleri geldi. Müfredat dışında fazlasını anca ortaokulda, haftalık harçlığımdan artırdığımla aldığım kitaplar arasında okuduklarımla daha çok tanıdım. Bir hikayesinde “Kızılelma neresi” diye soruyordu; cevabı sultanın götüreceği yerdi, ama pek anlam verememiştim; Ziya Gökalp şiirinde daha net anlatıyordu, oysa. Bu duyarlılıkları anlamlandırmam üniversitede oldu. Geçen yüzyılın başında sabun gibi eriyen Osmanlı’nın ve buna karşı üç tarzı siyasetin milliyetçiliği tarafında yer alan şair ve yazarın bu duyarlılıklarına saygı duydum. Peşinde koşmamız gerekenin ulusal sınırlar içinde muasır medeniyetin üzerinde toplum yaratma düşüncenin olduğuna inandım.